Uzun
tuğladan bulvar küçük kutucuklara ayrılmış, her bir kutu ise bir yandan özel
hayatını muhafaza etmek için kapılarına kilitler asan, pencerelerine sürgüler
takan ama öte yandan da kafasının üstünden geçen tellerle arkadaşlarıyla
bağlantı kurup, çatısından akıp giden ses dalgalarıyla dünyanın dört bir
tarafında olan savaşlar, cinayetler, grevler ve devrimlerden haberdar olan
insanlarla dolu.
(Virginia
Woolf, The Narrow Bridge of Art)
Mekânın
doğası üzerine geliştirilen düşüncelerin çeşitliliği ve karmaşıklığı “mekânsal
çalışmalar” olarak adlandırılan disiplinin geniş kapsamlılığını yansıtır. Mekân
tartışmaları ile ilgili disipliner çeşitlilik tarihsel ve bilimsel gelişmelerin
ve yönelimlerin tanıklığını yaparak ilerlemiş ve mekânın nesnelerin yer aldığı
durağan bir boşluk olduğu Öklidyen görüşten ve mekânın mutlak olduğuna dair
Kant’çı yaklaşımdan uzaklaşılmıştır. Bu değişimin ardından Lefebvre’in öncülü
olduğu, mekânın toplumsal süreçleri etkileyen fakat aynı zamanda bu süreçlerden
etkilenen, değişken ve sabit olmayan bir olgu olduğu fikri ağırlık kazanmaya
başlamıştır. Aydınlanma ve sanayileşme süreçleriyle birlikte mekân yalnızca
coğrafi unsurların belirleyici olduğu bir kavram olmaktan çıkmış, sanayi ve
teknoloji mekânı şekillendiren güçler olarak hâkimiyet kazanmıştır. Farklı
yerlerdeki mekânların birbirlerini etkileyebildiği, ekonomik ve kültürel
etkileşimin gittikçe arttığı “küresel bir köy” haline dönüşmüş olan dünyada ise
mekân algısı kökten değişmiştir. Hatta yerellikten küreselliğe devşirilen mekân
anlayışı nedeniyle yaşadığımız çağ, Foucault[1]
tarafından mekân çağı olarak addedilmiştir. Mekânın dinamik bir yapıya sahip
olduğuna dair görüşlerin yaygınlaşmasıyla birlikte insan ve mekân arasındaki
ilişki de yeni bir soluk kazanmış ve mekân, iktidar mücadelesinde etkili bir
silaha ve bir disiplin aracına dönüştürülmüştür. Kimi zaman simgesel bir şiddet
unsuru olarak kullanılmış kimi zaman ise mekânlara yüklenen olumsuz anlamlar
aracılığıyla ötekileştirme amaçlarına hizmet etmiştir. Mekânın insan hayatının
her alanında etkili oluşu, kavramın farklı yaklaşımların dokunuşlarıyla
değerlendirilmesini sağlamış ve anlamsal çeşitlilik ve çelişkiler yumağı haline
dönüşen mekânsal tartışmalar ivme kazanmıştır.
Mekânsal tartışmaların artış
göstermesine neden olan temel unsur zaman ve mekân arasındaki ilişkiye dair
yaklaşımların yeniden oluşturulması olmuştur. Zamanın mekânın karşıtı, değişime
açık ve sabit olmayan bir olgu olarak olumlanarak değerlendirilmesi ve mekânın
sabit ve durağan olan, kapalı bir sistem olarak ele alınması eğilimi terk
edilmiştir. Henri Lefebvre, Doreen Massey, Edward Soja gibi düşünürlerin bu
görüşleri sorunsallaştırmasıyla birlikte mekânın yalnızca zamansal değişimlerin
gerçekleştiği bir alan olmadığı; mekânın fiziksel boyutuyla beraber sosyal ve
kültürel birikimlerinin de değişim geçirdiği ve toplumsal süreçleri
biçimlendirip ortaya çıkan değişimlerden etkilenen bir olgu olduğu fikri kabul
görmüştür.
Bir kavram olarak mekânın en çok
sahiplenildiği yirminci yüzyılda edebiyatın mekânsal tartışmalardan etkilenmesi
de zaman ve mekân ilişkisine dair yaklaşımların değişmesinden ve mekânın
toplumsal bir olgu olduğu görüşünden kaynaklanır. Yirminci yüzyılın başlarına
kadar mekân edebi incelemelerde de yalnızca bir arka plan olarak ele alınıp, olayların
zamansal ilerleyişine odaklanılmıştır. Modernitenin zaman ve mekân
kavramlarında yarattığı değişimin bireyin yaşantısına daha çok yansıması sonucu
artzamanlılık esasına bağlı, iktidarın belirlediği çizgide ilerleyen ve tekil
bakış açısına sahip büyük anlatılar sorgulanmaya başlanmıştır. Mekânın bireyin
dünyayı algılayışına ve düşünce yapısına etki ettiği üzerine tartışmalar
yükseldikçe, mekân edebi metinlerde de ön plana çıkarılmış ve mekânın merkeze
alındığı eserler yazılmaya başlanmıştır.
Edebiyatın
mekânsal unsurları olumlamaya başladığı dönemin başlangıcı ise yirminci yüzyıl
modernist edebi akımı olarak gösterilebilir. Zira bu dönem kapitalist üretim
biçimleri ve teknolojik gelişmelerin ön ayak olmasıyla mekân kavramının
alışılagelen tanımlamaların dışına çıkmaya başladığı, dünyanın büyük bir
kısmını etkileyen Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı, bilimsel çalışmaların
mekân ve zaman kavramına göreli bir yaklaşım getirdiği döneme denk gelir. Her
ne kadar mekân algısının değişimi modernist edebiyatta açık bir biçimde görülse
de bu, daha önce yazılan eserlere mekânsal bir yaklaşım getirilemeyeceği
anlamına gelmez. Zamanı mekândan önde tutma eğiliminde olan ve tarihselliğin
odak noktasında olduğu eserler de sonraki dönemlerde yazılanlar gibi mekân
kullanımı olmadan kurgusal bir dünya yaratamazlar. Mekân ve toplum arasındaki
bağlantının anlaşılmasına yardımcı olabilecek ve bireyin yaşantısına dair bir
anlayış oluşturabilecek bütün eserler mekânsal incelemenin kapsamına dâhil
olabilir. Bu nedenle edebi incelemelerde mekânsal bir yaklaşım eserin yazıldığı
döneme bakılmaksızın uygulanabilir. Amaç mekânı öne çıkarırken zaman kavramını
değersizleştirmek değil, bu iki unsurun etkileşimini yansıtmaktır. Aksi
takdirde, birbirini tamamlayan unsurlar ayrılmaya çalışılmış olacak, geçmiş
dönemlerdeki kısıtlayıcı anlayış farklı bir şekilde tezahür edecektir.
Zaman
ve mekân çalışmaları söz konusu kavramların toplumların oluşum sürecinde etken
olmaları ve insanların yaşantılarını şekillendirmeleri hasebiyle soyut bir
akademik pratikten ziyade politik ve sosyal çalışma kapsamına girerler. Zira
zaman ve mekân algısı benliğimizi / kimliğimizi belirleyen ve bunu günlük
yaşantımıza yansıtan unsurlar arasındadır ve politik, ekonomik ve sosyal
kaygıların arka planda işleyişinin etkisi altındadır. Nereye ait olduğumuz,
toplum içerisindeki konumumuz ve toplumun beklentileri, iletişim kurduğumuz
kişiler, eğitim seviyesi, var olduğumuz ya da ilişkilendirildiğimiz toplumlar
içerisinde ötekileştirilme hallerimiz zaman ve mekânla kurulan ilişkiye göre
belirlenir. Gelişen bu ilişki toplumların maruz kaldıkları sarsıntılar –savaş,
hastalık, teknolojik yenilikler – sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite gibi
sosyal ilişkiler üzerinden günlük hayatın yapısını biçimlendirir. Zaman ve mekânın
bu öznel ve benzersiz yapısı mekânın çoğulluğuna yönelik düşünceleri ön plana
çıkarır ve her toplumun mekân ve zaman deneyiminin farklılaşabileceğini,
dolayısıyla toplumların mekân ve zamana dair pozitif yargılarının diğer kutup
için aynı anlama gelmeyebileceği düşüncesini de doğurur. Bu doğrultuda ortaya
çıkan zaman – mekân sıkışması kavramı da mekânın mutlak olarak görülmekten
vazgeçildiği ve farklı kutupların deneyimlerine odaklanılarak mekânsal
deneyimin öznelliğine odaklanıldığı bir yaklaşımı temsil eder.
Zaman
ve mekâna dair görülerin değişimini tetikleyen unsurlardan biri modernite
olarak adlandırılan süreçtir. Mekân ve zaman algımızda köklü değişiklikler
yaratan ve yeni mekânsal biçimlerin oluşmasının ana unsurlarından olan
modernite ile zaman – mekân sıkışması arasında zorunlu bir ilişki söz
konusudur. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikle modernitenin yarattığı ortamın
zaman – mekân sıkışmasına doğru ilerleyişi kısaca ele alınacaktır. Bu alt
yapının oluşturulmasının ardından geç modernite döneminde yaşayıp, bu dönemin
toplumsal yapısını eserlerine ve edebi anlayışlarına yansıtan Virginia Woolf ve
Arnold Bennett’in eserleri modernite ve zaman – mekân sıkışması bağlamında incelenecektir.
Bu incelemeyi mümkün kılan yaklaşım ise modernitenin ne zaman, nerede, niçin ve
kimin bakış açısından ele alındığına göre farklı tanımlamalar edinmesi ve bu
çeşitliliğin, Laura Doyle ve Laura Winkiel’in de altını çizdiği üzere,
edebiyata da konum odaklı bir bakış açısıyla bakabilme, kültürel ve politik
söylemleri devreye sokma imkânı tanımasıdır (Doyle ve Winkiel 1). Böylece
kalıpyargılardan ve etiketlerden uzaklaşılarak, geleneksel ya da klasik olarak
addedilen metinlerle yenilikçi ve deneysel olarak görülen metinleri bir araya getirmek
mümkün olur.
Modernite ve Zaman – Mekân
Sıkışması
David
Harvey tarafından ortaya atılan zaman – mekân sıkışması kavramı insanların
mekânlar üzerinde hâkimiyet kurma biçimleri, mesafeleri daha hızlı aşma isteği
ve ürün ve bilgi paylaşımını daha verimli hale getirme çabasının sonucu gelişen
mekânsal biçim olarak tanımlanabilir (Warf 6). Odak noktası tekil mekânlar
yerine farklı mekânların kesişimi ve etkileşimi üzerinedir ve değişim ön plana
çıkarılır. Böylelikle zaman – mekân sıkışması durumu bir zamanlar uzak ve
farklı görülen mekânların yakınlaşması ve tanıdıklaşması olarak da görülebilir.
Mekânsal sınırların aşılması ve uzak toplumlarla bağıntı kurulması ise
modernitenin dünya sistemlerini değiştirip küreselleşmeye doğru evrilen
ekonomik ve politik bir süreç sonucu gerçekleşmiştir. Bu sürece kısaca göz
atmak zaman – mekân sıkışmasının daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Jeremy
Rifkin insanlık tarihindeki kırılma noktalarının mekân ve zaman kavramlarının
geçirdiği değişimle tetiklendiğini iddia eder (93). Teknolojik gelişmelerin
ortaya çıkışı zaman ve mekân ilişkisine yönelik algının da değişmesine yol
açmıştır. Tarımda kullanılan araçların geliştirilmesi daha geniş alanların
ekilebilmesini ve ürün fazlası elde edilmesini sağlamış, buna bağlı olarak
nüfus oranlarında artış yaşanmasına ve şehirleşmenin hızlanmasına yol açmıştır.
Matbaanın icadı bilgi dolaşımını hızlandırmış, uzak mesafelerle iletişim
kurulmasını kolaylaştırmış ve yazışmaları hızlandırması nedeniyle ticaretin
düzenlenmesinde etkin olmuştur. Pusulanın geliştirilmesi, denizcilikte harita
ve planların kullanımının artması kolonileşmeye sebep olacak keşifleri mümkün
kılmış, on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru buhar enerjisiyle çalışan gemiler
ve diğer ulaşım araçlarının artmasıyla mesafeler kısalmış ve makineleşme sonucu
endüstri hızla ilerlemiştir. Erken modernite olarak adlandırılan bu süreçte
mekân ve zaman algısının değişmesi kilise, feodal ekonomi ve feodal krallıklar
gibi ortaçağ Avrupası kurumlarının zayıflamasına neden olmuş, bunların yerini
modern bilim, piyasa ekonomisi ve ulus devletler almıştır (Rifkin 94-96).
Modern
bilimin kurucusu olarak görülen Francis Bacon’ın insanların doğayla kurdukları
ilişki üzerine düşünceleri mekâna dair görüşlerin de farklı bir boyut kazanmasına
neden olmuştur. Rifkin’e göre doğayı anlamaktan çok doğayı dizginleme yolları
üzerine düşünen Bacon, insanı evrenin merkezine koymuş ve doğayı insanın
ihtiyaçlarına hizmet eden bir araç olarak görmüştür (99)[2].
Doğa korku salan ve merak uyandıran bir alan olmaktan çıkıp “objektif bilgi”
aracılığıyla insan tarafından kullanılmayı ve yeniden şekillendirilmeyi
bekleyen bir kaynağa dönüşmüştür (99). Bacon doğayı düzenlemek için gerekli
metodolojiyi sağlamışken kavramsal biçimi kazandıran ise on yedinci yüzyıl
Fransız düşünürü René Descartes olmuştur. Descartes doğayı öznel ve canlı
tarafından uzaklaştırıp, akılcı ve hesaplanabilir bir alan olarak görmüştür
(100). Doğanın matematiksel ölçümler
yardımıyla rasyonalizasyonu doğayı insanın hizmetine sunulan bir kaynak olarak
görme eğilimini arttırmıştır. Doğanın yadsınmasının mutluluk için gerekli
yöntem olduğunu düşünen İngiliz düşünür John Locke da insanlar doğaya karşı
savunmasız kaldıkları sürece güvenliğin sağlanamayacağını, güven duygusunun
ancak insanlar doğanın boyunduruğundan kurtulduğunda oluşabileceğini ileri
sürmüştür (100). Aydınlanma düşünürlerinin oluşturduğu bu yeni düşünce
biçiminin odak noktası “konum” ve “hareket” olmuştur. Nicelik ve matematiksel
formülasyon aracılığıyla açıklanamayacak duygu ve düşüncelerden (neşe, üzüntü,
tutku, empati, inanç, vs.) akılcı dünya görüşüne uymadığı için kaçınılmıştır.
Rifkin aydınlanma düşünürlerinin soyut, akılcı ve matematiksel düşünce üzerine
inşa edilen doğa anlayışının insanlardan çok makinelere uygun olduğunu, nitekim
aydınlanma düşünürlerinin eserlerinde doğayla ilgili açıklamaların dahi makine
imgeleri aracılığıyla yapıldığını belirtir (102). Bu yönelim aydınlanma
düşünürlerinin Descartes’in mekanik dünya görüşünü ekonomiye uyarlamalarına ve
bireyin ekonomik sömürüsüne felsefi bir temel oluşturulmasına neden olmuştur
(102). Moderniteyle özdeşleşen makineleşme üretimde verimliliğin
arttırılabilmesi için insanların çalışma pratiklerinin de makineleştirilmesine;
en az verim kaybını sağlamak için çalışma saatlerinin her anının kontrol altına
alınmasına neden olmuştur.
Coğrafi
keşifler sonucu burjuvazinin ilerleyen ticaretle biriken sermayesinin bilimsel
keşiflere ön ayak olması sanayinin gelişmesinde etkili olup sanayileşmenin
temel amaçlarından birinin verimliliği arttırmak olmasına neden olmuştur.
Farklı iş kollarının yaptığı işin, aynı mekânda yapılmasını sağlayan
fabrikalaşmayla üretimdeki iş bölümü ve uzmanlaşmanın yaygınlaşması
sağlanmıştır (115). Frederick W. Taylor’un geliştirdiği verimlilik planı insan
davranışlarını sermaye ve zamandan tasarruf edilecek biçimde makine esasına
göre düzenlemiş ve zamanla yaşamın her alanına etki eden bir yayılıma neden
olmuştur (aktaran Rifkin 115). Dünya ve insan kaynaklarını en etkili biçimde
kullanma kaygısı üretimin şeklinin değişmesine ve tüm dünyayı kapsayan bir
pazar alanı ve iş gücü kaynağının oluşmasına ön ayak olmuştur.
Modernitenin Sonuçları
adlı çalışmasında Anthony Giddens da modern sosyal kurumların geleneksel sosyal
düzenlemelerden farklı olduğunu, kurumlar arasında yaşanan süreksizliğin (discontinuity) ise modernitede
gerçekleşen değişimlerin hızından, değişimin kapsadığı alanın genişliğinden ve
modern kurumların yapısından kaynaklandığını belirtir (6). Modern dünyayı
değişime uğratan itici gücün kapitalizm olduğuna vurgu yapan Giddens (11),
modernitenin dinamizminin zaman ve mekân ayrımından[3]
ortaya çıktığını öne sürer (15). Giddens’e göre modernite küresel boyutta
etkili olan sosyal bağlantıları ortaya çıkaran ve tarihin bir bütünlük
içerisinde ele alınamayacağının anlaşılmasını sağlayan kopmalardan /
süreksizliklerden oluşan, düzenli bir gelişim çizgisinde ilerlemeyen bir
süreçtir. Geleneksel sosyal düzenlemelerin aksine değişimin oldukça hızlı bir
biçimde oluştuğu ve etki alanı daha geniş olan modernite daha önceki dönemlerde
var olmayan, ulus devlet sistemi, üretimin cansız güç kaynaklarına bağlılığı,
üretimin ve iş gücünün metalaştırılması gibi sosyal yapı ve kurumlara sahiptir
(6). Bireylerin korku ve endişe duygularına tutunarak kök salan ancak aynı zamanda
bireyleri güvensizlik ortamına daha çok iten modernitenin bu unsurları mekân ve
zaman ayrışmasına dayanarak kuvvetlenir.
Giddens’a
göre günlük yaşamın temelini oluşturan zaman algısı her zaman mekânla
bağlantılıdır. Sosyo-mekânsal referanslara başvurulmadan zamanın
bilinemeyeceğini ve “ne zaman” sorusunun neredeyse her zaman “nerede” sorusuyla
ilişkilendirildiğini ya da düzenli doğal olaylarla tanımlandığını belirtir.
Zaman ve mekânın ayrışmasının başlangıcını ise mekanik saatin icadı ve takvimin
icadına dayandırır. Geleneksel toplumlarda zaman mekânsal niteliklerle
belirleniyorken, saatin icadı zaman ve mekân ayrışmasını başlatan temel öğe
olmuştur. Ne var ki modernleşmeyle birlikte zaman ve mekân arasındaki bağlantı
kopmuş ve içerikleri boşaltılmıştır (emptying
of time ve emptying of space)
(17). Zamanın içeriğinin boşaltılması mekânın içeriğinin boşaltılmasının ön
koşuludur, zira zamanın kontrol altına alınması mekânsal kontrolü sağlayan
unsurdur. Giddens’a göre mekânın içeriğinin boşaltılması ise uzam ve mekân
kavramlarının uzaklaşmasıyla anlaşılabilir. “Mekân” kavramının anlaşılmasına
yardımcı olacak en temel olgu sosyal aktivitelerin coğrafi olarak
konumlandırılmış fiziksel yapısına işaret eden konum kavramıdır. Modernizm
öncesi toplumlarda uzam ve mekân sosyal yaşantının çoğunun yerel aktiviteler
tarafından ve “bulunma” / “mevcudiyet” (presence)
esasında ilerlemesi nedeniyle çoğu zaman aynı şeye tekabül etmiştir. Modernite
ise konum olarak birbirinden uzak ve yüz yüze etkileşimin mümkün olmadığı
ilişkileri sağlaması bakımından uzamın mekândan uzaklaşmasına neden olur.
Böylece modernitede yerel mekânlar uzak mesafelerde ortaya çıkan sosyal
yapıların etkileşimine açık hale gelirler; yereli biçimlendiren unsur sadece
aynı anda aynı yerde bulunan etmenler olmaktan çıkar. Giddens zaman ve mekânın
uzaklaşmasının bu denli önemli olmasının sebeplerinden birini yerinden çıkarma
(disembedding) sürecini tetiklemesi
olarak görür (20). Yerinden çıkarma sosyal ilişkilerin yerel bağlamlarından
çıkarılmasını ve belirsiz zaman – mekân aralıkları içerisinde yeniden
yapılaşmalarını (structuration)
kapsayan bir kavramdır (20). Modernite ve Bireysel Kimlik: Geç Modern
Çağda Benlik ve Toplum’da Giddens moderniteyle birlikte zaman ve mekânın
içeriklerinin boşaltılmasıyla tarihte önceden rastlanmayan “tek dünya”nın
oluşumuna yol açan süreçlerin harekete geçirildiğini belirtir (Giddens 44).
Uzaktaki oluşumların yakındaki olaylar ve kişilerin benliği üzerindeki etkisi
artmış, bireyler arası etkileşim çoğu zaman Erving Goffman’ın “medeni
kayıtsızlık” olarak tanımladığı (Goffman 81) geçici ilişkilerle sınırlı kalmış
ve modernite bir yandan kişileri birbirinden uzaklaştırıp, yabancılaştırırken
bir yandan da birleştirmiştir.
Zaman
ve mekân ayrışması ve modernitenin bu süreç üzerindeki etkisine değinen bir
başka düşünür ise Zygmunt Bauman’dır. Bauman Liquid Modernity’de modernitenin “tüketim tapınağı” olarak
tanımladığı, bireylerin tesadüfen bir araya geldiği ve gerçek bir sosyal
etkileşim içerisine girmedikleri mekânların ortaya çıkışını tetiklediğini
belirtir (97)[4]. Bunun sebebi ise insan
zihninde ve günlük yaşantısında zaman ve mekân olgularının birbirinden
ayrılmasına neden olan büyük mesafelerin daha kısa sürede aşılmasını sağlayan
araçların icat edilmesidir. Dolayısıyla modern çağ zamanın mekândan ayrılması
ve zamanın mekânın işgal edilmesi için bir araç haline dönüşmesiyle
başlamıştır. Mekânsal genişleme, daha fazla mekâna etki etme aslolan amaçtır ve
zaman bunun gerçekleşmesini sağlayacak bir araç olarak görülür. Modern toplumun
en kritik öneme sahip değeri haline dönüşen mekâna sahip olmak için yeni
yöntemler ve teknolojiler geliştirilir (113). Ancak ulaşımın gelişmesi ve
teknolojinin sağladığı imkânların mekânsal mesafelerin içini boşaltmasıyla
mekân amaç olmaktan çıkar (117). Artık mekâna değer kazandıran unsur harcanan
zamanla eşdeğer değildir ve bu mekânın öneminin azalmasına neden olur (118).
Bauman mekân ve zaman arasındaki bağlantının zayıflaması ve klasik modernitede
düzenin dağılması nedeniyle bireylerin “yerinden edildiğini” (disembedded) belirtir. Bunun ardından
insanların tek çabalarının tekrar “yerleşik” / “bütünleşik” (re-embedded) konuma geçmek olduğunu, bu
doğrultuda kendilerine ayrılmış olan yere “uyabilmek” (fit in) için beklentilere uygun biçimde, diğer insanlarla benzer
davranışları sergileme eğiliminde olduklarını belirtir (33).
Modernizmi
modern insanların modernleşmenin nesneleri oldukları kadar özneleri de olmak,
modern dünyada sıkıca tutunabilecekleri bir yer bulmak ve kendilerini bu
dünyada evde hissetmek için giriştikleri çabalar olarak tanımlayan Marshall
Berman da (Berman 11) modern hayatın ve sanatın kendini sürekli bir eleştirme
ve yenileme kapasitesinin bulunduğunu ileri sürerek, postmodernite kavramının
geçersizliğini modernitenin sürmekte olan bir süreç olduğuna dikkat çekerek
iddia etmiş olur (18). Bu nedenle de moderniteyi bir yandan eleştirse de bir
yandan da ondan umudunu kesmez. Tam anlamıyla modern olmanın biraz antimodern
olmak anlamına geldiğini; modernitenin başlangıcından günümüze dek modern
dünyanın potansiyellerini kavramanın bu potansiyellerin doğurduğu olumsuz
gerçeklikler karşısında da korkuya kapılmadan mümkün olmadığını öne sürer
(24). Hem modernist hem de antimodernist
olmak anlamına gelen bu ironinin büyük sanat eserlerine can veren bir düşünce
olduğu görüşündedir. Berman’ın modern ironiyi yansıtan, farklı dönemlerin
modernleşme süreçlerine gönderme yaparak oluşturduğu modernite açımlaması
oldukça kapsayıcı ve açıklayıcıdır. Buna göre:
Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan
beslenmiştir. Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize
dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye
dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın temposunu
hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan
sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp
dünyanın bir başka ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst
oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde
birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan
kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye
tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen
ulus devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi
hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların
kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insan ve kurumları bir araya
getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı.
(Berman 28).
Modernitenin
yıkıcı fakat yaratıcı ve yenilikçi yönünün altını çizen bu açıklama
modernitenin zaman ve mekân algısını dönüştürmesini de ele almış olur. Berman
modern ortamların ve deneyimlerin coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel
ve ideolojik sınırların ötesine geçtiğini; modernliğin, bu anlamda insanlığı
birleştirdiğinin söylenebileceğini ama bunun paradoksal bir birlik olduğunu
çünkü kişileri parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik
ve acının girdabına sürüklediğini belirtir (27). Bu anlamda, Marks’ın deyişiyle
modern olmak “katı olan her şeyin buharlaştığı” bir evrenin parçası olmak
anlamına gelir (aktaran Berman 27). Bu düşüncelerden yola çıkarak akılcılık,
bireyselleşme, kentleşme, sanayileşme, demokrasi, ulus devlet gibi değerler
üreten modernitenin bir yandan farklılaşmaya zemin hazırlayan bir yapısı olsa
da, diğer yandan toplumsal ve siyasal yapıda tekçi ve birleştirici bir yapıya
ihtiyaç duyduğu sonucuna varılabilir.
Modernitenin bu tekçi fakat birleştirici
yönü mekânların birbiriyle ilintili fakat aynı zamanda benzersiz olduğu
görüşünün kuvvetlenmesine ön ayak olmuş ve mekânın iki anlamda heterojen
olduğunu ortaya çıkarmıştır: Mekân anlayışı toplumdan topluma değişir ve toplum
içinde de değişir, farklı bölgelerin farklı özellikleri vardır (Kern 213).
Örneğin Alman sosyal bilimci Oswald Spengler The Decline of the West’de farklı kültürlerin benzersiz uzam (ve
zaman) anlayışları olduğunu ve bunların hayatın her yönünü kuşatan bir
sembolizmde ortaya çıktığını öne sürmüştür (aktaran Kern 215). Modern çağın
plüralizmi ve karmaşası siyasal kurumlar, kültür, din, bilim ve sanat gibi
sembolik alanlar aracılığıyla hayata yansımıştır. Jose Ortega y Gasset de
gerçeklikle ilgili perspektiflerle orantılı sayıda mekânın var olduğunu
savunarak mekânın çokluğuna vurgu yapar ve tek bir mutlak uzamda tek bir
gerçeklik olduğu fikrine karşı çıkar.
Zaman
– mekân sıkışması kavramını ortaya atan David Harvey de Justice, Nature and Gepgraphy of Difference’da zaman ve mekân
algılarının gözden geçirilişinin bütünüyle politik ve ekonomik mücadelelere
içkin olduğunu belirtir (243). Harvey’e göre zaman – mekân sıkışması sonucu
mekânsal sınırların ortadan kalkması ve dünyanın gitgide küreselleşmesi
insanların bir yere daha fazla bağlı kalmasına, bir etnik grup, ulus ya da dini
görüşe sarılarak kimlik oluşturma çabası içine girmesine yol açar (246). Kapitalist düzenlemeler bu eğilime,
gelenekleri bir üretim ve tüketim unsuruna dönüştürmeye çalışmakla cevap verse
de insanların aidiyet kurma ve kök salma isteklerinde azalma olmaz (246).
İnsanların kim oldukları ve nereye ait olduklarına dair sorgulamalara gitmesine
neden olan bu süreç bir tür kimlik krizine dönüşür. Harvey mekânsal sınırların
yok olmasının yarattığı bu kimlik sorununun toplumların daha dışlayıcı ve
yerele bağlı olmasına; kültürel ve politik ayrışmaların ve farklılıkların
oluşmasına yol açtığı çıkarımında bulunur (246).
Ayrıştırılma
ve ötekileştirilmeyi hayatlarının her alanında deneyimleyen kadınların
toplumsal konumu da modernite ve zaman – mekân sıkışması kıskacında kalan
konular arasındadır. Kadınların mekânla kurdukları ilişkiyi irdeleyen Doreen
Massey “A Global Sense of Place” başlıklı yazısında zaman – mekân sıkışması
üzerine düşünerek bu sürecin kimler tarafından deneyimlendiğini ve herkesin bu
durumdan aynı şekilde yararlanıp yararlanamadığını ya da bu durumdan benzer
şekillerde mustarip olup olmadığını sorgular (Massey 147). Çoğunlukla mekânsal
hareket ve iletişim, sosyal ilişkilerin farklı coğrafyalar arası yayılımı ve
bütün bunların bireyler tarafından deneyimlenmesi anlamına gelen zaman-mekân
sıkışmasının kapitalizm ve kapitalizmin gelişim süreçlerinden kaynaklandığı
sonucuna varılır[5] (147). Kapitalizmin yadsınamaz
etkisini kabul etmekle beraber, Massey zaman – mekân sıkışmasının tek sebebinin
kapital hareketliliği olmadığını, “ırk” ve “toplumsal cinsiyet”in de bu sürecin
etkenlerinden olduğunu iddia eder (147). Kişilerin ülkeler arası seyahatinin,
gece sokakta dolaşabilmesinin kapitalizmden kaynaklanmadığını; örneğin
kadınların özgürce hareket edebilme haklarının, fiziksel şiddetten sokakta
rahatsız edilmeye kadar değişen etkenler nedeniyle, kapitalizm tarafından değil
erkekler tarafından oluşturulduğunu belirtir (148). Bu etkenlere bağlı olarak,
Massey zaman – mekân sıkışmasının mekânlar arasında farklılık
gösterebileceğini, güç geometrisi (power geometry) olarak adlandırdığı
süreç sonucu farklı sosyal grupların zaman –mekân ilişkisini farklı
deneyimlediğini, bazı insanlar zaman – mekân sıkışmasından sorumlu kişilerken,
bazılarının ise bunun sonuçlarını yaşayan grup olmaya mahkûm edildiğini
belirtir (149). Massey sosyal ilişkilerin küreselleşmesinin coğrafi anlamda
eşitsiz dağılımları tetiklediğini ancak bu dağılımın mekânlara özgün değerler
atfettiği sonucuna varır (156). Bu anlamda zaman – mekân sıkışması sürecinde
farklı konumlarda olmak ve yerel ve küresel etkilerin birleşimi sonucu mekânlar
farklılaşmış olurlar.
Virginia Woolf ve Arnold Bennett’de
Modernite ve Mekân İlişkisi
Eskiden
bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekânlar
âlemine ait değildirler sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine
bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası,
belirli bir anın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de, heyhat,
seneler gibi uçup gider. (Marcel Proust, Swann’ların Tarafı)
Virginia Woolf ve Arnold Bennett üzerine
yapılan çalışmaların birçoğu iki yazar arasında gerçekleşmiş olan edebi
tartışmayla sınırlı kalmıştır. Virginia Woolf feminist tartışmaların yoğun
ilgisine maruz kalırken, Arnold Bennett realist edebiyat üzerine yürütülen
tartışmaların konusu olmuş, hatta edebi incelemelerde pek ilgi gösterilmeyen
bir yazar olmuştur. İki ayrı kutup olarak kabul edilen bu iki yazarın mekânsal
kullanımlarının bütünlüklü analizinin yapılmasını mümkün kılan temel
unsurlardan biri ise moderniteyle kurdukları ilişkidir. Bu ilişki Bennett’in
romanlarında ele alınan 1850 ve sonrası İngiliz toplumunun moderniteyle
mücadelesi ve Woolf’un romanlarında ele alınan 1900 sonrası İngiltere’sinde
modernitenin toplumsal yapı ve birey üzerindeki etkisi bağlamında oluşur. Biri
geleneksel biri yenilikçi olmak üzere iki farklı edebi anlayışa sahip bu
yazarların eserlerinde ortak bir modernite eleştirisi yapıldığı görülür. Bu
ortak eleştiri ise Bennett’in üretim ilişkileri ve mekân arasında kurduğu
bağlantı ve Woolf’un iktidar ilişkileri ve mekânın kimlik üzerindeki etkisini
irdelemesi sonucu oluşur.
Sanayide makineleşmenin ve
fabrikalaşmanın arttığı dönemleri konu alan Bennett’in romanlarında mekân,
endüstriyel üretime dayalı kapitalist ilişkilerin bireylerin yaşantısını ve
yaşamdan beklentisini belirlemesiyle şekillenir. Çalışmak, üretmek ve daha
fazla kazanmak odaklı sürülen yaşantı karakterleri, kadın ya da erkek, belirli
mekânlarla sınırlayıp, farklı mekânlarda bulunulup sosyalleşme imkânına sahip olunamamasına
neden olur. Fabrika bacaları ve fırınları, eski maden ve taş ocakları ile dolu
olan Five Towns bölgesinde hâkim olan kasvetli atmosfer adeta karakterlerin
yaşam enerjisini tüketir ve fiziksel mekânlarla birlikte psikolojik bir
baskılama unsuru olarak işlev görür. Kentlerin ekonomik uğraşlarının fiziksel
mekânın imarında etkili olduğu, bu fiziksel ortamın ise kentin toplumsal
yapısını etkileyerek insanların kimlik edinme süreçlerinde belirleyici olduğu
anlaşılır. Pasif ve kabullenici bir bakış açısına sahip olan halkın,
endüstrileşmenin yarattığı olumsuz atmosferi kabullendiği ve değiştirmeye
çalışmadığı görülür. Bu durum ise Bourdieu’nin “Mekânın Etkisi” başlıklı
yazısında bahsettiği gibi, mekânın iktidar tarafından simgesel şiddet unsuru
olarak kullanılmasını örnekler (Bourdieu 228).
Bununla paralel olarak karakterlerin
yaşadıkları mekânların özensiz, karanlık ve ayrıştırma temelli tasarlandığı ve
evin belirli kısımlarının üretim faaliyetlerine adandığı görülür. Böylece
insanların farklı etkinliklerle vakit geçirecekleri ayrı mekânlar isteme talebi
baştan engellenerek, çalışma ve ev hayatı birleştirilir ve üretimin ve yeniden
üretimin ilişkisel olarak yürüdüğü bir yapı oluşur. Dini inanışların çalışmayı
öne çıkaran ahlakı ve eğlenceden uzak durarak erdemli bir hayat
yaşanabileceğine dair öğretileri insanları bu sisteme boyun eğmeye ve
sorgulamamaya iter. Böylece Five Towns’la sınırlandırılmış bir mekânsal ufka
sahip olunan bölgede, eve hapsedilmişçesine yaşayan insanların hayatı ideolojik
aygıtlar tarafından ortak bir söylem oluşturularak kontrol altında tutulur.
Teknolojik gelişmelerle üretim
biçimlerinin değişmesi sonucu sınıfsal hareketliliklerin ortaya çıkışı ve Five
Towns’da burjuva sınıfının oluşumu alt metin olarak sunulur. Buna bağlı olarak
kentlerin bir dönüşüm sürecine girdikleri görülür. Trenin temel ulaşım biçimine
dönüşmesi ve birçok yere ulaşım imkânı sağlaması yerellik anlayışını yavaş
yavaş değiştirmeye başlar. Diğer kentlerle yapılan alışverişin artmasıyla Five
Towns bölgesinde ticaretin merkezi olarak görülen Bursley kenti bu özelliğini
yitirmeye başlar ve St. Luke’s Meydanı ise Bursley’in alışveriş merkezi
olmaktan çıkar. Bu durum The Old Wives’
Tale adlı romandaki Baines ailesinin manifaturacısı gibi küçük işletmelerin
iş yapamaz hale gelmesine yol açar. Kapitalizmin gittikçe güçlendiği bu
süreçlerin ele alınması ve mekânların değişimi konusunda geleneklerine bağlı
olan kesim ve yeniliklere açık kişiler arasındaki görüş farklılıklarının
vurgulanmasıyla modernleşme sonucunda kentlerin özgünlüklerini kaybettiği ve
ilerleme, büyüme odaklı süreç içerisinde köklerinden koparılmaya çalışıldığı
eleştirilir.
Virginia Woolf’un modernite eleştirisi
de Bennett’de olduğu gibi kentler üzerinden inşa edilir. İktidar ilişkilerinin
insanların hayatını biçimlendirişi; kent hayatının politik, ekonomik,
toplumsal, kültürel etmenler sonucu ortaya çıkan farklılıklarla bir yandan
bireyi toplumdan ayrıştırarak yalnızlaştırırken bir yandan da toplum tarafından
kabul görmek amacıyla özgüllüğünü yitirip, tektipleşmesine yönelik bir eleştiri
söz konusudur. Modern kent hayatı, telaşla işe yetişmeye çalışan insanlar,
kentin fiziksel olarak genişlemesi, yeni yaşam alanlarının oluşması ve iktidar
mekânlarının (parlamento, kilise, kütüphaneler, vb.) anlatının zamansal akışı
üzerinde etkili olduğunun yansıtılması ile aktarılır. Aynı zamanda bireylerin
çalıştıkları sürece var olabildikleri, maddi kazancın kimlik ve aidiyet
ilişkisinde belirleyici olmaya başladığı dönemler eleştirilir. Ülkeler
arasındaki siyasi anlaşmazlıkların İngiltere’deki insanların yaşantıları
üzerinde etkili olduğunun da altı çizilir. Mekân kavramının yerellikten
koptuğunun ve dünyanın küreselleşmeye başladığının anlaşıldığı görülür ve zaman
– mekân sıkışmasının ilk örneklerine yer verilir. Bireyin kimliğinin üretim
ilişkilerindeki konumuna bağlı olarak belirlenmesi ve yerellik anlayışının
gittikçe azaldığına dair yapılan vurgu Bennett’te olduğu gibi modernite
eleştirisinin mekânsal değişimler ve bireyin hayatına etkisi bağlamında
yapıldığını gösterir. Bennett’in romanlarında ele alınan modernleşme süreci
Woolf’un romanlarındaki yaşantının oluşmasına neden olan süreçtir. Bu bağlamda
Bennett’in romanlarına yapılan mekânsal bir analiz Woolf’un romanlarındaki
mekân – modernite – birey ilişkisinin anlaşılmasına yardımcı olur. Woolf ve
Bennett’in karşılaştırmalı analizi David Harvey’in “mekânsal erozyon” olarak
tanımladığı sürecin takip edilmesine de olanak sağlar.
Bennett ve Woolf’un mekânsal
kullanımlarının örtüştüğü bir diğer nokta ise kadının mekânla kurduğu
ilişkidir. Modernite eleştirisinde olduğu gibi kadın konusunda da tamamlayıcı
bir ilişki bulunur. Ana karakterlerinin çoğunluğunun kadın olduğu romanlarında
Bennett baskıcı bir toplumda yaşayan kadınların bu yaşam şekline tepkilerini
kadın karakterler arasında boyun eğen ve başkaldıran kadınlar ayrımıyla
karşıtlıklar oluşturarak yansıtmaya çalışır. Bazı kadın karakterlerin toplumsal
cinsiyet rollerini benimsedikleri ve sorgulamadıkları dikkat çeker. Bu
karakterlerin yaşamları yaşadıkları evle sınırlıdır ve kamusal alanda
görünürlük sahibi değildirler. Bu nedenle anlatı boyunca değişim göstermezler.
Çalışma hayatı ve ev hayatının iç içe geçmesi nedeniyle hem ev işlerinin hem de
ticaret işlerinin sorumluluğuna sahiptirler ve bu iki hayatın çakışması sonucu
evde yaşanılan sorunlardan da sorumlu tutulurlar. Ticaret işleriyle olan
bağları ise evlenene kadar devam eder. Evliliğin ardından ise evin sınırları
içerisinde, alışık oldukları düzeni korumaya yönelik bir yaşam sürerler. Bu
karakterlerin karşıtı olarak ise bu süreci sorgulayıp, toplumsal cinsiyet
beklentilerine göre hareket etmeyi reddeden kadın karakterler yer alır ve “yeni
kadın” anlayışının ilk örneklerini sunarlar. Romanlar kendi aralarında
kıyaslandığında itaat etmeyi reddeden kadın karakterlerin tavırlarının gelişimi
gözlenir. Öncelikle Anna of the Five
Towns’daki Anna’nın oldukça az bir oranda da olsa babasının isteklerinin
aksini yaptığı görülür. The Old Wives’
Tale’deki Sophia’nın annesinin belirlediği hayatı yaşamayı reddedip,
ezberlenen bir yaşam sürmek istememesi ve evden kaçarak Paris’e yerleşmesi ise
ikinci bir başkaldırı örneğidir. Hiçbir erkeğin yardımını almaksızın, bağımsız
olarak kurduğu işle başarıya ulaşmış fakat yıllar sonra Bursley’e dönmeyi
tercih etmiştir. Hilda Lessways’deki Hilda
ise Five Towns bölgesinde bir gazetede çalışan ilk kadın olma özelliği ile ev
işleri ve kadınların yapabileceği işlerin dışında bir meslek edinerek
özgürleşmeye çalışmıştır. Ancak bu başkaldırı örneklerinin hiçbiri tam
anlamıyla bir özgürleşmeyle sonuçlanmamış, en nihayetinde bu karakterlerin
hepsi Bursley’de kendilerinden beklenen yaşantıyı sürmeye devam etmişlerdir. Bu
boyun eğiş Bennett’in yansıttığı toplumun kadınların erkeklerden tamamen
bağımsız olarak var olabileceği fikrine hazır olmadığını gösterir. Bununla
beraber, Bennett’in kadınların kamusal alandan tamamen uzaklaştırılmış
oldukları toplumsal yapıyı eleştirdiği fakat kadınların bütünüyle erkeklerden
bağımsız olmalarından yana olmadığı anlaşılır. Bennett’e göre kadınların eğitim
görüp, meslek sahibi olması erkeklerin hayatını da kolaylaştıracaktır ve bu
toplumsal gelişme için gereklidir. Bu görüşler, Bennett’in toplumsal cinsiyet
eşitsizliklerine karşı liberal bir bakış açısına sahip olduğu ve ataerkil
düşünceyle taraf olduğunu gösterir.
Woolf’un eserlerinde kadınların kamusal
alanda daha fazla görünürlüğe sahip olduğu, eğitim alma fırsatı elde ettikleri
ve maddi kaygılarının bulunmadığı görülür. Ancak bu ayrıcalıklar kadınların
kamusal alana üretkenlikleri ve yaratıcılıklarını kullanarak aktif bir katılım
sağlamalarını temin etmez. Kadınlar yine ev ve ev işleriyle özdeşleştirilir ve
bunun dışına çıkan örnekler yadırganır. Woolf’un eserlerindeki kadın
karakterler arasında da Bennett’inkine benzer bir gelişim süreci takip
edilebilir. Öncelikle Dışa Yolculuk’daki
Rachel karakteriyle kadınların toplumsal rolleri üzerine yaptıkları
sorgulamalara gönderme yapılır. Sorgulama sürecinin başladığı bir farkındalık
dönemi gösterilir. Bennett’ten farklı olarak Woolf toplumsal cinsiyet rollerini
kavrayabilmek için kadın ve erkek bakış açılarının birleştirilmesi gerektiği
fikrindedir. Bu nedenle ikinci romanı Jacob’ın
Odası’nda bir erkeğin bakış açısına yer verilir. Bu romanla realist edebi
anlatımı da eleştirdiği; romanın ilk yarısında realist anlatım yöntemlerine
benzer unsurlar bulunurken ikinci kısmında daha yenilikçi, karakterin iç
dünyasının kapılarının aralandığı, bilinç akışı yönteminin ilk örneklerinin
görüldüğü bir anlatım kullanılır. Orlando’da
ise erkek ve kadın toplumsal cinsiyet rollerinin tek bir beden üzerinden ve
dört yüzyıllık bir zaman dilimi içerisinde ele alınmasıyla hem iki deneyim
birleştirilir hem de bu rollerin nasıl ortaya çıktığına dair bir fikir verilir.
Mrs. Dalloway’de ise kadın ve erkek
bakış açıları ayrı ayrı, fakat derinlikli olarak, bilinç akışı tekniğinin
hâkimiyetinde ilerleyen bir anlatıyla sunulur. Dalgalar’da ise üç erkek üç kadın karakterin bakış açılarına
odaklanarak, Rachel Blau Duplesis’in de belirttiği gibi, çoklu bakış açısı
uygulanır ve kolektif bir dile geçilir[6]
(Duplesis 2). Bireyin benliği ve iç dünyasına odaklanılırken, bireyin toplumsal
konumunun ihmal edilmediği, tekil bakış açısından çoklu bakış açısına geçildiği
ve kolektif bir perspektifle toplum – birey – mekân ilişkisinin yansıtıldığı
görülür.
İçeriğin metinlerin kendi mekânsal
kullanımı olarak düşünülebilecek biçimi belirlediği de ortaya çıkar. Mrs. Dalloway’de Septimus ve
Clarissa’nın bakış açılarına odaklanılırken anlatı iki farklı yönde ilerler ve
en sonda birleşir. Karakterlerin mekân içerisindeki hareketlerinin dış dünyada
devam eden hızlı yaşam tarafından kesintiye uğraması gibi, anlatı da
kesintilere uğrayarak ilerler. Dalgalar’da
daha fazla karakterin bakış açısı ele alınır ancak kullanılan imgeler
aracılığıyla anlatıyla sembolik bir senkronizasyon yakalayan fakat içerik
olarak farklı olan interlüdler ise bireyin varlığından bağımsız devam etmekte
olan yaşantıya gönderme yapar nitelikte ayrı bir anlatı olarak ilerler. Böylece
metinlerin mekânı olarak tanımlanabilecek biçim ile içerikte kullanılan mekân
ilişkilendirilir. Ancak olabildiğince farklı bakış açıları kullanılarak ve
eşzamanlılık esas alınarak anlatıldığı vakit toplumun yapısı hakkında fikir
edinilebilir. Bu düşünce Woolf’un iktidarın belirlediği tek bir anlatıya
odaklanan ve tek bir çizgi üzerinde pürüzsüz bir biçimde ilerlediği düşünülen
tarihsellik odaklı büyük anlatıları da eleştirdiği sonucuna varılmasını sağlar.
Kent hayatının oluşturduğu fakat aynı
zamanda kent hayatını biçimlendiren üretim, yeniden üretim ve iktidar
ilişkilerinin belirlediği toplumsal cinsiyet ilişkilerinin mekânla ilişkisi her
iki yazar tarafından kamusal alan ve özel alan ayrımı üzerinden de eleştirilir.
Bennett’in romanlarında Sophia ve Hilda karakterlerinin kamusal alanda
görünürlük kazanma çabaları üzerinden yapılan kamusal alan – özel alan ayrımı
eleştirisi Woolf tarafından kadınların evle özdeşleştirilmesi, fakat evin de
kadınlar için özgür olabildikleri bir mekân olmadığı görüşüyle yapılır. Her iki
yazarın romanlarında da kamusal alan özel alanı kontrol altında tutar ve özel
alan kamusal alanın beslendiği bir alan olarak işlev görür. Bu nedenle
kadınlarla özdeşleştirilen özel alan sık sık, kamusal alanla özdeşleştirilen
erkekler tarafından müdahaleye uğrar. Sophia’nın sokağa çıkışlarının Mr.
Critchlow tarafından kontrol edilişi ve yatalak olan Mr. Baines’in odasının ev
içerisinde merkezi konuma alınması ve dışarıdan gelen erkek ziyaretçilerin
kabul edildiği yer olmasıyla kamusal alan evin sınırlarına dâhil olur.
Rachel’ın ev dışındaki hayatının babasının vekilleri olarak hareket eden
halaları tarafından sıkı kontrol altında tutulması, Peter Walsh’ın Clarissa
Dalloway’in özel odasına girerek partiye hazırlanma sürecini kesmesi, Mr.
Ramsay’in çalışma odasının kamusal alanla özdeşleşen bir mekân olması bu duruma
örnek olarak gösterilebilir. Böylelikle her iki yazarın da kamusal alanın özel
alanı kontrol etmesi ve şekillendirmesi nedeniyle ve evin erkeğin sahip olduğu
bir mekân olarak görülmesinden dolayı kamusal alan ve özel alanın belirgin bir
şekilde ayrılamayacağı görüşünde olduğu ortaya çıkar. Bu düşünce ise Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da ortaya attığı kadınların
kendilerine ait bir odaları ve gelirleri olması gerektiği görüşünün aslında
kadınlara zihinsel ya da fiziksel ortam anlamında bir özgürlük sağlamayacağının
ileri sürülmesini sağlar (Woolf 55). Çünkü çözüm olarak öne sürülen oda
erkeklerin kontrolü altında olan bir mekânın sınırları içerisinde olacaktır.
Kadınların kamusal alandaki konumu ve erkeklerle olan ilişkisine dair bir
değişiklik olmaması ev hayatında da değişiklik yaşanmamasına neden olur.
Woolf’un da edebi hayatının sonlarında yazdığı Perde Arası adlı romanında buna benzer bir yaklaşıma sahip olduğu
anlaşılır. Woolf bu romanında kadınların özgürleşebilmelerinin toplumun düşünce
yapısının değişmesiyle gerçekleşebileceği görüşündedir. Bu nedenle Mrs. Giles
odasında yalnızken bile rahatça düşünemez, dış dünyanın etkilerine maruz kalır.
Pencereden dışarı bakarken, dışarda bulunanların kendisini görmemesi dış
dünyanın kadın sorununa kayıtsız olduğu mesajını vermeye çalıştığını
düşündürtür. Miss La Trobe’un oyunu toplumun içinde bulunduğu durumu görüp
anlaması için yazılmıştır ve ancak toplumsal bir uyanış yaşanırsa kadınlar da
toplumsal sınırları aşabileceklerdir.
Buradan yola çıkılarak feminist bir yazar
olarak addedilen Virginia Woolf’un, bulunduğu dönemin koşullarına göre kadın
haklarını savunan bir bakış açısına sahip olsa da, Aydınlanmacı düşüncenin
kadınları nesne konumuna iten ve olumsuz değerler yükleyen dikotomilerine karşı
çıkmadığı, kadın yazarlar için bulduğu liberal çözümlerle bu ayrımların
devamını sağlayan bir düşünce geliştirdiği görülür. Susan J. Hekman’ın Toplumsal Cinsiyet ve Bilgi: Postmodern Bir
Feminizmin Öğeleri’nde belirttiği gibi, modernizim epistemolojisi (eril
epistemoloji) parçalar toplamı değil, bir bütündür; dolayısıyla modernizmin
öğelerinden bazıları dışarıda bırakılırken bazılarına sahip çıkılamaz (Hekman
20). Woolf’un yapmış olduğu da modernizmin ortaya çıkardığı liberal görüşe ve
kadınları erkeklere göre aşağıda konumlandıran Aydınlanmacı dikotomilere sahip
çıkarken, kadın haklarını savunmaya çalışmaktır. Üç Gine’de “Dışlanmışlar Topluluğu” (The Outsiders Society) olarak
adlandırdığı (Woolf 150), kadınların kendi özgürlük, eşitlik ve barış
yöntemleriyle kendi sınıfları içerisinde olabileceği bir toplum oluşturması
gerektiğine dair önerisi de, cinsiyetçi bakış açısını reddetmektense erkek özne
yerine kadın özneyi geçirme isteği nedeniyle bu çelişkiyi yansıtır. Modernizmle
ittifak kurma arayışında olmasa da, bu çaba eril düşüncenin belirlediği
düşünsel sınırlar içerisinde kadınları yeniden tanımlamaya çalışmaktır. Bu
nedenle Woolf’un kadınların kendilerine ait bir dil geliştirmeleri ve
kendilerine ait bir oda ve gelire sahip olmaları gerektiğine yönelik görüşleri
eril söylemin sınırlarını aşamamıştır.
Woolf’un kadınları tekrar özel alana
yönlendiren düşünceleri ilk mekânsal deneyimlerin bireyin mekân algısını
şekillendirdiğini öne süren fenomenolojik yaklaşımı gündeme getirir. Mekân
kavramına fenomenolojik ve toplumsal bakış açılarını birleştirerek
yaklaşmalarının her iki yazarın başka bir ortak noktası olduğu ortaya çıkar.
Karakterlerin mekânsal anlayışlarının ilk etkileşime girdikleri mekân
tarafından biçimlendirildiği ve daha sonra yaşanılan mekânların bu ilk deneyim
doğrultusunda algılandığı görüşü söz konusudur. Sophia’nın Paris’te işlettiği
pansiyonu Baines ailesinin ev kurallarına göre yönetmesi, Bursley’de yaşayan
kadınların evle sınırlı hayatlarına benzer bir şekilde Paris’te olmasına ve
hesap verecek kimse olmamasına rağmen pansiyonun sınırları içerisinde yaşamaya
devam etmesi ilk mekân deneyiminin etkisini gösterir. Woolf ise Dışa Yolculuk ve Deniz Feneri’nde mekânın doğası ve insanın bir mekân içerisinde var
oluşu üzerine düşünür. Dışa Yolculuk’ta
kullanılan imgeler aracılığıyla mekânın ve mekân içindeki nesnelerin
kendiliğinden var olsalar da ancak bir bireyin algılaması sonucu varlıklarının
anlam kazandığı üzerine düşünüldüğü görülür. Deniz Feneri’nde ise James’ın deniz feneri hakkındaki görüşlerinin
kıyaslanması ve bir nesnenin farklı bakış açılarına göre farklı tanımlamalara
sahip olduğu görüşünün vurgulandığı anlaşılır. Ancak mekânın doğasına yönelik
sorgulamaları karakterlerin sosyal yaşantıları sonucu edindikleri mekânsal
deneyimlerden de etkilenir. Heidegger’in öne sürdüğü gibi kişinin “varlığı” bir
mekân aracılığıyla inşa edilse de, ilerleyen zamanlardaki mekânsal deneyimler
toplumsal süreçler tarafından biçimlendirilir (aktaran Jeff Malpas 25). Farklı
karakterlerin farklı mekânsal deneyimlere sahip olması, ya da bir karakterin
farklı bir mekânda bulunmasıyla bakış açısında değişikliklerin yaşanması
toplumsal süreçlerin sonucudur. Fakat kadın karakterler söz konusu olduğunda bu
değişimin oldukça sınırlı olduğu görülür. Çünkü kadın karakterlerin benliğinin
inşa edilmesini sağlayan ilk mekân deneyimleri ilerleyen yaşlardaki
deneyimlerinden pek farklı olmaz. Özel alanda başlayan yaşantı bu alanın
sınırları çok az aşılarak devam eder. Toplumsal yapı kadınların mekânsal
pratiklerinin sabit kalmasını temin eder. Örneğin Woolf’un eserlerindeki kadın
karakterler mekânsal hareketliliğe sahip olsalar da toplum kadına ait olduğu
mekânla ilgili telkinlerde bulunmaya devam eder. Zira kadın karakterlerin
kamusal alan içerisinde daha özgür hareket ediyor olmaları onların mekânsal
anlamda dışlandığı gerçeğini saklayamaz. Bu çıkarımlar Woolf ve Bennett’in
sosyal oluşturmacı ve fenomenolojik bakış açılarını birleştiren bir mekân
anlayışını eserlerine yansıtmış olduklarını gösterir.
Biçim ve içerik ilişkisi bağlamında
mekân aracılığıyla geliştirilen anlatım yöntemleri açısından bakıldığında ise
Woolf’un eserlerinde öz-düşünümsel, eşzamanlılığa odaklanan, zamanın arka
planda bırakılmadan mekâna yapılan vurguyu arttırma işlevi yüklendiği
anlatıların kullanıldığı ve anlatıların dikey düzleminde ideolojik unsurların
mekân aracılığıyla aktarılmasıyla mekânsallığın öne çıkarıldığı görülür.
Bennett’in eserlerinde ise artzamanlılığın etkili anlatım yöntemi olması
mekânsal anlatının romanlarda ön planda olmadığı izlenimini yaratır. Ancak Bennett’in
eserlerinde olayların Five Towns bölgesi sınırlarında, kısıtlı bir mekânda
geçmesiyle; Five Towns dışında bir mekân ele alındığındaysa, Londra, Paris ve
Brighton gibi, anlatının küçük bir fiziksel mekânla sınırlandırılmasıyla
zamanın mekânsal yapıyı öne çıkarma işlevi olduğu anlaşılır.
Bennett’in eserlerinde kapalı bir
toplumsal yapıya sahip mekânın özelliğiyle uyum içerisinde olarak,
karakterlerin mekânsal hareketliliği azdır. Karakterlerin fiziksel ve zihinsel
anlamda sınırlandırılmış yaşamlarını yansıtabilmek için mekânsal bir kısıtlama
da mevcuttur. Bu durum anlatının da farklı mekânlar üzerinden ve eşzamanlılık
esas alınarak ilerlemesine engel olur. Fakat anlatının mekânlara odaklanılarak
sıralanmasıyla birlikte zamanın yavaşlatılmasıyla ve olayların farklı bakış
açıları aracılığıyla yansıtılmasıyla mekânın öne çıkarıldığı görülür. Woolf’un
eserlerinde ise kalabalık kent hayatının yaratmış olduğu ortam sayesinde
karakterlerin farklı mekânlarda bulunabilmesiyle anlatının da aynı anda farklı
mekânlara odaklanması sağlanır. Zira çoklu bakış açısına odaklanan anlatı
karakterlerin ortak mekânları kullanmasıyla harekete geçirilir. Kronolojik bir
sıralama tercih edilmeyerek, tünel açma süreci yönteminden faydalanılır ve
zamanı simgeleyen öğeler kullanılıp, farklı bakış açılarına başvurularak anlatı
mekânlara bağlı yönlendirilir. Bu bakımdan mekânsal anlatım yöntemi açısından
iki yazarın ortak yöntemlere başvurduğu görülür. Fakat Bennett’in mekânı
genelden özele doğru daraltılan bir bakış açısıyla ve topografik ve fiziksel
özelliklerle detaylandırarak anlatma eğilimi Woolf’a göre daha fazladır. In medias res (olayların ortasından
başlayan) başlangıçlarla anlatıya giren Woolf ise fiziksel mekân tasvirlerine
başvurmaktan ziyade mekânın fiziksel özelliklerini anlatının akışı içerisinde
aktarır. Bennett’in eserlerinde mekânın toplumsal yapıyı gözlemlenebilir bir
biçimde etkileyişi kapitalizmin mekân üzerindeki etkisinden kaynaklanır.
Woolf’un eserlerinde ise mekân artık sembolik şiddet aracı ve kontrol mekanizmasına
dönüşmüştür. Yazarlar arasında metnin yatay düzleminde mekân kullanımı
açısından farklılıklar olsa da, dikey düzlemde modernite eleştirisi, birey –
toplum ilişkisi, toplumsal cinsiyet ve mekân etkileşimi bağlamlarında mekâna
ortak bir işlev kazandırılmıştır.
Böylelikle mekânın kurumsal ilişkileri
şekillendiren ve bireyler arası etkileşimde belirleyici olan toplumsal bir ürün
olarak ele alındığı ve kentsel yaşamın yarattığı kimlik problemlerinin
mekânlarla kurulan etkileşim yoluyla yansıtıldığı, mekân değişikliklerinin ise
bu karmaşadan kurtulmak için bir kaçış olarak görüldüğü anlaşılmıştır.
Kadınların mekânsal aidiyetleri sorgulanmış, buradan ise daha geniş bir
yelpazeye geçilerek mekânsal düzenlemeler ve toplumsal yapı arasındaki rabıta
ortaya koyulmuştur. Mekânın anlatım yöntemi olarak işlev kazandırıldığı
metinlerde gerçek mekânın toplumsal ve kurumsal yapısı ile bireylerin mekân
algısının kurgusal mekândaki toplumsal yapıya ve bireylerin mekân algısına etki
ettiği görülmüştür. Yazarların mekân algısını süregiden bir değişime uğratan
moderniteye dair tutumlarının da çelişkili olduğu açığa çıkmıştır. Modernite,
mekânların yerel unsurlarını zayıflatıp, mekânları ulusal ve uluslararası dış
etmenlerin etkisine karşı savunmasız kıldığı ve yerel unsurların kendini
yeniden üretmekte zorlanarak itibar kaybetmelerine neden olduğu için
eleştirilirken, modernite sürecinin belirginleştirdiği kadın – erkek
dikotomilerine karşı aynı tutuma sahip olunmadığı anlaşılmıştır. Bu nedenle
Virginia Woolf ve Arnold Bennett bir yandan modernite sonucu ortaya çıkan
gelişmeleri olumlasalar da, öte yandan mekânı moderniteyi eleştirmek için
kullanarak anti-modern bir tavır benimseyerek çelişkili bir duruş
sergilemişlerdir.
KAYNAKÇA
Bauman, Zygmunt. Liquid Modernity. Cambridge: Polity
Press, 2006.
Bennett, Arnold. Anna of the five Towns. West Valley
City: Waking Lion Press, 2006.
---. Hilda Lessways. Middlesex: Penguin Books, 1976.
---. The Old Wives' Tale. London: Penguin Classics,
2007.
Berman, Marshall. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor:
Modernite Deneyimi. Çev. Ü. Altuğ ve B. Peker. İstanbul: İletişim
Yayınları, 1983.
Bourdieu, Pierre. Dünyanın Sefaleti. Çev. Baran
Öztürk, ve diğerleri. Ankara: Heretik Yayıncılık, 2015.
Doyle, Laura ve Laura Winkiel. “Introduction: The Global Horizons
of Modernism.” Geomodernisms: Race, Modernism, Modernity. Ed. Laura
Doyle ve Laura Winkiel. Bloomington: Indiana University Press, 2005. 1-14.
Foucault, Michel. «Of Other Spaces: Utopias and
Heterotopias.» Rethinking Architecture: A Reader in Cultural Theory. Ed.
Neil Leach. New York: Routledge, 1997. 330-336.
Gasset, Jose Ortega y. “The Doctrine of Point of View.” The
Modern Theme. Çev. James Cleugh. London: C.W. Daniel Company, 1931. 90-96.
Giddens, Anthony. Modernite ve Bireysel Kimlik: Geç Modern
Çağda Benlik ve Toplum. Çev. Ümit Tatlıcan. İstanbul: Say Yayınları, 2014.
---. The Consequences of Modernity. Cambridge: Polity
Press, 1990. .
Goffman, Erving. Kamusal Alanda İlişkiler: Toplu Yaşamın
Mikro İncelemeleri. Çev. M. Fatih Karakaya. Ankara: Heretik Yayınları,
2017.
Harvey, David. Justice, Nature and the Geography of
Difference. Oxford: Blackwell Publishers, 1996.
Hekman, Susan J. Toplumsal Cinsiyet vee Bilgi: Postmodern
Bir Feminizm Öğeleri. Çev. Bekir Balkız ve Ümit Tatlıcan. İstanbul: Say Yayınları,
2016.
Kern,
Stephen. Zaman ve Uzam Kültürü (1880
-1918). Çev. Ali Selman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2013.
Lefebvre, Henri. Mekânın Üretimi. Çev. Işık Ergüden.
İstanbul: Sel Yayıncılık, 2014.
Malpas,
Jeff. Place and Experience: A Philosophical
Topography. Cambridge: Cambridge University Press, 2004.
Massey, Doreen. For Space. London: Sage Publications,
2005.
--. Space, Place and Gender. Minneapolis: University
of Minnesota Press, 2001.
Rifkin, Jeremy. The European Dream: How Europe's Vision of
the Future is Quietly Eclipsing the American Dream. Cambridge: Polity
Press, 2004.
Warf,
Barney. Time – Space Compression:
Historical Geographies. New York:
Routledge,
2008.
Woolf, Virginia. Dalgalar. Çev. İlknur Özdemir.
İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.
---. Deniz Feneri. Çev. Naciye Akseki Öncül. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2004.
---. Dışa Yolculuk. Çev. Zeynep Mercan. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2008.
---. Gece ve Gündüz. Çev. Oya Dalgıç. İstanbul:
İletişim Yayınları, 2009
---. Kendine Ait Bir Oda. Çev. İlknur Özdemir.
İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.
---. Mrs. Dalloway. Çev. Tomris Uyar. İstanbul:
İletişim Yayınları, 1989.
---. Orlando.
Çev. Seniha Akar. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994.
---. “The Narrow Bridge of Art.” Granite and Rainbow:
Essays by Virginia Woolf. Ed. Leonard Woolf. New York: Harcourth, Brace and
Company, 1958. 11-24.
---. Üç Gine. Çev. İlknur Güzel. İstanbul: İletişim
Yayıncılık, 2015.
[1] “Of Other Spaces: Utopias and Heterotopias”
adlı makalesinde bahsedilmektedir.
[2] Francis Bacon’ın The Novum Organum ve The New Atlantis yazılarına bakılabilir.
[3] Giddens’ın “separation of time
and space” (zaman – mekân ayrışması ya da zaman – mekân uzaklaşması olarak
çevrilmiştir) olarak adlandırdığı süreç bu alandaki tartışmaların gelişmesi
sonucu David Harvey tarafından “time-space compression” (zaman – mekân sıkışması)
olarak adlandırılmıştır. İlerleyen kısımlarda daha detaylı bir şekilde ele
alınacaktır.
[4] Kitaptan yapılan alıntılar
makalenin yazarı tarafından çevrilmiştir.
[5] David Harvey de “From Space to
Place and Back Again” adlı çalışmasında bu görüşü savunur.
[6] Bu makaleden yapılan alıntılar
yazar tarafından çevrilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder