Mesele Edebiyat
Bu blog Demet Karabulut tarafından kendi yazdığı ve başkaları tarafından yazılan edebiyat eleştiri yazıları ya da kitap tanıtım yazılarını paylaşmak üzere açılmıştır. Bunun dışında Munzur Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı A.B.D. Hazırlık Programı öğrencilerine Writing, Reading ve Speaking&Listening derslerinde verilen ödevlerin "Genius Hour" başlığı altında yayınlanacağı bir mecradır.
16 Nisan 2019 Salı
26 Mart 2019 Salı
5 Mart 2019 Salı
11 Şubat 2019 Pazartesi
Yerinden Edilmenin Söylemsel Şiddete Dönüşümü: Refik Halid Karay ve Sürgünlük Deneyimi
Joseph Brodsky 1987’de Viyana’da yaptığı bir konuşmasında topraklarından
kaçmak zorunda kalan, denizleri aşmaya çalışırken ölen, açlıkla ve ırkçılıkla
mücadele eden insanların günlük hayatımızın kanıksadığımız bir parçası haline
gelmelerinin sürgün edilmiş yazarların çektiği zorluklar hakkında yazmayı
zorlaştıran bir durum olduğunu belirtir. Bu zorluğu ve günümüzde yerinden
edilmelerin yarattığı güç koşulları yadsımadan belirtmek gerekir ki yerinden
edilmelerde ortak payda dışarıda oluştan dolayı karşılaşılan güçlükler ve
iktidarın belirlediği tanımlamalardan kopamayarak varoluşu tanımlama eğiliminde
olmaktır. Resmi söylemler ve
tanımlamalar, ötekileştirilmiş kişi veya toplulukların sürgünlük sürecinde yeniden
kimliklendirildikleri ve sürekli bir oluşum içerisinde oldukları bir düzlem
yaratır. Bu düzlemde meydana gelen duygulanımsal deneyimlerin açığa vurulduğu
edebiyatsa sürgünlüğün kazandırdığı farklı duyarlılıklar ve boyutlar yardımıyla
olayı bir de maruz kalanın, acı çekenin açısından dinlememize imkân tanır. Travmatik
bir sürecin içinden geçerken kimi zaman çekicileştirilen ve nesne konumuna
itilerek aynılaştırılmaya çalışılan kişilerin deneyimlerinin metinler
aracılığıyla aktarılması, bu travmadan beri durmadan başkalaşmaların ortaya koyulmasına
ve anlam ilişkilerinin metne nasıl nüfuz ettiğinin görülmesine fırsat verir.
Tarihsel gerçeklerden çok kurgularla ve ezberlerle dolu anlatıların
yoğunluğu nedeniyle sürgünlüklerin Türkiye edebiyatındaki etkilerinin akademik
gündemimizde pek fazla yer edinemediğini iddia etmek yanlış olmaz. Tarihsel
söylemlerin kayboluşu, yazarları ve eserlerini belirleyen bağlamın kavranmasını
da sorunlu hale getirir. Hâlbuki Türkiye’nin çalkantılı siyasi süreci birçok
sürgün örneğiyle karşılaşacağımız bir ortam oluşturmuş ve sürgün sırasında
yazılan ya da sürgünlük deneyimlerinden beslenen eserler doğurmuştur. Refik
Halid Karay (1888-1965) da Türkiye edebiyatında sürgünlük deneyimlerine
anlatılarında farklı biçimlerde yer veren yazarlardandır. Her ne kadar küresel
yurttaşlık düşüncesinin yükseldiği bir dönemde yazmış olmasa da, sürgünlüğün
farklı mekânları ve kişileri bir araya getirişini ortaya koyan eserler kaleme
almıştır. Refik Halid’in kişisel sürgünlük deneyimi ve eserlerinde sürgünlük
anlatılarına yer verişi ve bu pratiklerin küresel düzeyde etkiler yaratan
teknolojik gelişmelerin, kapitalist hareketliliklerin, savaşların yaşandığı, imparatorluktan
modern ulus-devlete geçildiği ve Türkiye’nin modernleşme sürecinin başladığı, dolayısıyla
mekân anlayışının değişime uğradığı döneme denk gelmesi yazarın sürgünlüğünün
incelenmesini daha anlamlı kılar. Bu nedenle, bu yazının muhatabı Osmanlı’nın
çalkantılı son dönemlerine denk gelen bir zamanda yazmış olan ve iki kez sürgün
edilmiş Refik Halid Karay’dır. Yazarın Sürgün
adlı eserinde sürgünlüğün anlatıdaki izlerini sürmek ve sürgün edilmenin
yazarın edebi gelişimi üzerindeki etkisini incelemek yazının öncelikli
amacıyken, eserde farklı sürgünlük biçimlerine yer verilmesiyle sürgün
kavramının dönüşümünün erken izlerini görmenin mümkün olup olmadığı da
tartışılmak istenmektedir. Yazının temeli ise, aktarılan tanımlamaların odak
noktasında yatan zaman, mekân ve dil konuları üzerine kurulacaktır. Sürgünlük
yalnızca coğrafi yerinden edilme olarak ele alınmayacak, sürgünlüğün duygusal,
politik, entelektüel sebepleri ve bunların yarattığı edebi sonuçlara da
odaklanılacaktır.
Sürgün Kavramının Kapsamı
Sürgün edilme kişinin yabancı olduğu bir yerde yaşamak üzere ülkesinden
zorla uzaklaştırılması ve yeni yerinde orayla bağ kurmasını sağlayacak bir
temel bulmaya çalışmak olarak tanımlanır (Burr, 2014, s.ix). Fakat sürgünlük
tanımlamaları farklı kültürlerde değişik noktaları ön plana çıkarır. Örneğin Mario
Sznajder ve Luis Roniger, sürgünlüğün farklı dillerdeki tanımlamalarını
göstererek sürgünlük anlayışında var olan algı farklılıklarına vurgu yaparlar
(2009):
“Sürgünlük”
kavramı İtalyancada bir bireyi evinden uzağa gönderen, yasal ya da keyfi olarak
iktidar tarafından çoğunlukla politik sebeplerle kararlaştırılan zorunlu bir
önlem olarak açıklanır. Fransızcada ise bir insanın ana yurdundan geri dönüşü
yasaklanmış bir şekilde kovulması; aynı zamanda sınırdışı edilme,
vatandaşlıktan çıkarılma, kovulma, nakil edilme ve dışlanma olarak yer
edinmiştir. İspanyolcada ise “sürgünlük” kavramı politik bir nedenle bir
insanın yaşadığı yerden uzaklaştırılması, vatandaşlıktan çıkarılması anlamına
gelen destierro terimi ile ele
alınmıştır ( s.14).
İtalyan sözlüğündeki sürgünlük tanımında, sürgünlüğün bireysel
özgürlükleri kısıtladığına ve yasal ya da yasal olmayan durumlardan
doğabileceği ihtimaline vurgu yapıldığı görülürken Fransız sözlükleri
sürgünlüğün fiziksel yasaklanma boyutuna manevi boyutunu da ekleyerek politik
sürgünün etki alanını genişletirler. İspanyol sözlüğü ise destierro kavramına yapmış olduğu vurgu ile “sürgün” kavramının
merkezine toprak ve vatanı yerleştirir. İngilizce sözlükte ise sürgünlük politik
sebeplerden ötürü ceza olarak başka bir ülkede yaşamaya zorlanmak ya da kendi
tercihi sonucu başka bir ülkede yaşamak olarak tanımlanır[1]..
Sevan Nişanyan’ın hazırladığı Sözlerin Soyağacı:
Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nde ise sürgünlük siyasi nedenle birini
başka bir yere gönderme, nefy olarak tanımlanmıştır (Nişanyan, 2012, s.448). Bu
tanımlamada da İspanyolca tanımında olduğu gibi yaşanılan yerden
uzaklaştırılmanın ön plana çıkarıldığı görülür. Sözlük tanımlamalarında
çoğunlukla mekânsal uzaklaşma, kopuşla özdeşleştirilen sürgün edilme yazılı
tarihin başlangıcından itibaren karşılaştığımız, hatta hayvanların dahi
başvurduğu bir dışlama yöntemidir (Tabori, 1972, s. 39). Sadece insan icadı
olmayan, güçlünün güçsüz, aşağı ya da farklı gördüğünden kurtulma arzusunun
neden olduğu sürgün edilme hakkında yazılanlara bakarak sürgünlük deneyiminin
cezbedici fakat anlaşılması güç yanına dair fikir edinilebilir.
Tarihte yazılı olarak kayda geçen ilk sürgünlük deneyimi firavun
tarafından sürgüne gönderilip, sürgünde geçen bir ömrün ardından firavundan af
dilemesi sonucu ülkesine geri dönen Mısırlı Sinuhe’nin anlatısıdır (Tabori,
1972, s. 43). Sürgünlük deneyimi Sinuhe’ye o kadar acı gelmiştir ki, bu deneyim
gittiği ülkede kendine yeni bir hayat kurmuş olsa da onurundan vaz geçmeyi göze
alıp geri dönme isteğini baskın çıkarır. Antik Yunan’a bakıldığında “koruyucu
bir kurum” olarak işlev görmüş olan “Ostrasizm[2]”
sürgün edilmenin toplumsal düzeni sağlamak ve sürdürmek için kullanıldığını
gösterir (Tabori, 1972, s. 44). Roma döneminde ise başlarda sürgün bir
cezalandırma biçimi olarak değil, verilen cezadan kurtulmak için uzaklaşmak
olarak görülür (Tabori, 1972, s. 61). Önceleri sürgün yerine “temel
gereksinimlerden yoksun bırakma”, “sivil hayattan dışlanma” gibi anlamlara
gelen interdictio cezası uygulanmışsa
da Augustus döneminde yeni bir men etme şekli olan deportatio başlamış ve kişiler genellikle yaşam koşulları zor olan
adalara sürgüne gönderilmiştir (Tabori, 1972, s. 62). Roma dönemindeki sürgün
örneklerinden en bilindiği ise sürgün edilme sebebi net olarak bilinmeyen,
Karadeniz’de Tomi olarak bilinen bir yere sürgüne gönderilen Publius Ovidius
Naso’dur. Ortaçağdan yirminci yüzyılın ortalarına kadar ise Hristiyanlık gibi yeni
dini inanışların sebep olduğu, kilisenin ya da papanın otoritesine karşı
çıkmaktan ve yeni bilimsel ve sosyal düşünceler ortaya atmaktan kaynaklanan politik
ve ideolojik sürgünler yaşanmıştır.
Kişinin ana yurdundan uzaklaştırılması olmanın yanı sıra sürgün
edilmenin kültürel ve psikolojik bir kopma olduğu düşüncesi (Zeng, 2010, s.1) sürgünlük
deneyimlerine ve bu deneyimlerden beslenmiş edebi söylemlere daha geniş bir bağlamdan
bakabilmeyi mümkün kılar. Kültürel, dilsel ve sosyal aidiyetler kurarak
yaşadığı toplumla bağ geliştiren bireyin yerinden edilmesi yalnızca cezai bir
işlem olmanın ötesindedir. Melton’ın da belirttiği gibi, sürgün edilme sadece
yaşanılan yerden uzaklaşmak değil aile, arkadaşlar, sosyal konum ve dil gibi
bireyin kimliğini oluşturmada etken olan ve o yerle özdeşleşen kültürel
sermayeden de kopmak anlamına gelir (Melton, 1998, s. xix). Bu bağlamdan
bakıldığında sürgün edilme yerinden edilmenin ötesine geçerek bireyin benliğine
yapılan bir müdahaleye dönüşür ve hegemonya mücadelelerinin bireyler üzerinden
yürütülüşünü gösterir.
Bu tür hegemonya mücadelelerinin günümüzde farklı bir şekil aldığını
söylemek yanlış olmayacaktır. Sürgün cezasına başvurulmasa da sürgünlük
durumlarının tamamen sonlandığını söylemek mümkün değildir. Küresel düzeyde
sonuçlar yaratan olaylar (emperyalizm, sömürgecilik, sömürgecilik sonrası
krizler, diktatörlükler, soykırımlar, yoksulluk, açlık…) büyük halk kitlelerini
etkileyen savaşlar, ekonomik kaygılar gibi nedenler sürgünlük kavramının
genişletilmesini gerektirmiş ve farklı yerinden edilmeleri tanımlayacak “göçmenlik”,
“mültecilik” ve “gönüllü sürgünlük” gibi kavramlar doğmuştur. Bunlarla
bağlantılı olarak “diaspora”, “göçebelik”, “kozmopolitanizm”, “ulusötesicilik”, “vatansızlık” gibi tanımlamalar da ortaya
çıkmıştır. Edward Said’in de öne sürdüğü gibi, kodları
modern batılı paradigma tarafından oluşturulmuş, siyaseti, ekonomisi, kültürü
yine aynı paradigmalarca belirlenmiş günümüz dünyasında sürgünlüğe ortodoks bir
anlayışla yaklaşmak kısıtlayıcı bir tutumdur. Buna karşılık sözlük tanımı
dışına çıkarak sürgün edilmenin arkasındaki sebeplere odaklanan yaklaşımlar yerinden
edilmelerin farklı boyutlarını ortaya çıkarır.
Kavrama daha geniş bir perspektiften bakmak farklı değerlendirmelere ve
değerlere dikkat çeker. Sözgelimi Kış
Ruhu adlı çalışmasında Edward Said sürgünlüğü insanlar tarafından insanlar
için üretilmiş tarihsel bir olgu olarak ele alır (Said, 2016, s. 35).
“Reflections on Exile” başlıklı makalesinde ise sürgünlüğün bir manzara gibi,
oldukça göreli ve bağlamsal bir kavram olduğunu; duygusal, politik, entelektüel,
estetik ve “katlanılamaz” olanın sert bir biçimde tahliye edilişi olabileceğini
öne sürer (Said, 2000, s.163). Exile Cultures, Misplaced Identitites
kitabının editörleri Paul Allatson ve Jo McCormack’e göre sürgünlük devlet ya
da rejim tarafından ön plana çıkmış insanların ve grupların yönetimi değiştirme
çalışmalarını engellemek amacıyla fiziksel ve coğrafi olarak yurtlarından uzaklaştırılmasıdır
(Allatson ve McCormack, 2008, s. 10). Paul Tabori ise sürgünün ülkesinden
ayrılmak zorunda olan kişi olduğunu belirtip bunun zorla ya da kişinin tercihi
doğrultusunda gerçekleşip gerçekleşmemesinin bir önemi olmadığını ifade eder (Tabori,
1972, s. 37). Amy Kaminsky açısındansa sürgünlük göçebeliğe, sınırları geçmeye
yönelik bir değişim ve hareket süreci olduğundan, yalnızca ülke sınırları
dışına atılmak değildir (Kaminsky, 1999, s. xvi). Creativity in Exile’ın editörlüğünü yapan Michael Hanne, uluslararası
ve ulusal çatışmalardan, baskılardan, dini ve etnik zulümlerden kaçarak
ülkesinden ayrılmak zorunda kalan insanların sayısının hızlı bir şekilde arttığını
ve bu insanların giderek “sürgün” kavramı kapsamından çıkmakta olduğunu ve
“mülteci”, “yerinden edilmiş insan” ve “koruma bekleyen insan” olarak anılmaya
başladıklarını belirtir (Hanne,2004, s.4). The
Dispossessed: An Anatomy of Exile’ın editörü Peter Isaac Rose ise göçmen ve
sürgün arasındaki farklılıklar açık gibi görünse de, göç etme kararının
arkasında zorlayıcı politik ve ekonomik nedenler olabileceğinin ve bu durumun
sürgün ve göçmen arasında net bir çizgi çizmeyi zorlaştırdığının altını çizer (Rose,
2005, s. 7).
Ataerkinin otoritesini daha güçlü tesis etme
çabası içinde olduğu, iktidarların dilinden farklılaştırıcı söylemlerin
döküldüğü, beden politikaları açısından başka varoluşları kabul etmeyen
düşüncenin güçlendiği, cinsiyet farklılıklarının “fıtrat” düşüncesinde
temellendiği ortamlarda sürgünlüğü kesin bir biçimde tanımlamayı zorlaştıran ve
aidiyet ve yabancılaşma duygusunun yarattığı olgulardan biri ise “içsel
sürgünlük”tür. Metaforik sürgünlük olarak da kabul edilebilecek bu durum
bireyin yaşadığı toplumdan kendini soyutlaması ve yabancılaşması olarak ortaya
çıkar. Kişinin yaşadığı fiziksel çevreden uzaklaşmış olmaması ile diğer
sürgünlük biçimlerinden ayrılmakta ve sürgünlüğün içsel boyutunu anlatmaktadır.
Fakat içsel sürgünlük de kişinin tercihi sonucu oluşan ya da yaşadığı yerin
yönetim politikası sonucu gerçekleşen bir durum olabilir. Örneğin Hamid Naficy
içsel sürgünlüğü “üretim ve iletişim araçlarından yoksunluk, kamu alanından
dışlanma” olarak tanımlar (aktaran Allatson ve McCormack, 2008, s. 11).
Naficy’nin bu tanımı Allatson ve McCormack’e göre devletin bireylerin ya da
toplulukların aleyhine fark gözeterek yurtlarında sürgün durumuna düşmelerini
sağlayarak devletin faaliyetlerine karşı çıkma potansiyellerini kısıtlama
çabasını belirtir (Allatson ve McCormack, 2008, s.11).
Sürgün edilmeyi olumsuzlayan bu bakış açılarından ayrılan yaklaşım ise
Emmanuel Levinas’ın sürgün deneyimine bakışıdır. Sürgüne karşı olumsuz bir
tavır benimseyen yaklaşımları sorgulayan Levinas sürgünün gittiği topluma
katkıda bulunup bulunmadığından ve sürgünün kazandırdığı bilgeliğin bir
zenginlik olarak görülmesi gerektiğinden yola çıkar. Sürgünlüğü başkalarıyla
karşılaşma ve ayrışmak yerine bir araya gelmek için bir bağ olarak yorumlar
(aktaran Doukhan, 2012, s. 2). Benzer bir şekilde Kristeva da dil bağlamından
ele alarak, sürgünlüğe pozitif anlam yükler. Kristeva’ya göre entelektüeller ve
özellikle de kadınlar için dikkate alınmaya değer tek dil sürgünün dilidir. Bir
insanın kamuoyunun / sağduyunun çamuruna saplanmaktan kurtulması yaşadığı
ülkeye, dile, kimliğe ve cinsiyete yabancılaşmadan mümkün değildir ve bunun
için bir nevi sürgünlük yaşaması ya da rahatlık alanından uzaklaşması gerekir (aktaran
Smith, 1996, s. 5). Sürgün edilmeyi olumlayan bir diğer yaklaşım ise Hardt ve
Negri’nin sürgün edilen kişileri yereli çevreleyen duvarları parçalamayı
başaranlar ve yereli evrensele bağlayabilecek kişiler olarak ele almalarıdır.
İkiliye göre mülteciler, diasporaya ait insanlar ve göçmenler kozmopolit toplumun
ruhunu yansıtan unsurlardır (Hardt ve Negri, 2003, s.368). Hardt ve Negri’nin
biyo-politik dolaşım, bedensel çıkış eylemi olarak adlandırdıkları yerellikten
çıkış (exodus) çoğula karışarak sınırları ihlal etme ve egemenlikten kaçış
durumudur (Hardt ve Negri, 2003, s.367-68).
Yereli evrensele bağlamakta en etkili yöntemlerden olan edebiyatın ise sürgünlükle
her zaman besleyici bir ilişkisi olmuştur. Ovid, Seneca, Dante, Petrarch,
Victor Hugo, Oscar Wilde, James Joyce, Samuel Beckett, Vladimir Nabokov,
Bertolt Brecht, Thomas Mann, Milan Kundera, Namık Kemal, Nazım Hikmet… Daha
birçok ismin eklenebileceği bu listedeki isimler politik nedenlerden,
toplumların ahlak normlarına uymamaktan sürgün edilmiş ya da savaşın
oluşturduğu tehdit karşısında kaçmak zorunda kalmıştır. Sürgün edilme durumu
yazarların ve düşünürlerin çalışmalarında etkili olduğu için de bu durumun
yaratıcılık üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğu araştırılmıştır. Bu
bağlamda, sürgün edebiyatı tartışmalarında öne sürülen savlardan biri, sürgün
edilen yazarların bu durumdan iki açıdan etkilenebileceği üzerinedir: biri,
nostaljiye bağlı kalarak, yurtlarına duyulan özlemin, vatan hasretinin
baskınlığı ile eserlerinde geçmiş yaşantılarını ve ona duydukları özlemi ön
plana çıkarmak, diğeri ise sürgün edilen yazarın yaşamış olduğu yerdeki
baskılardan kurtulmanın verdiği özgürlük ile yaratıcı yönünün gelişmesidir. Sophia
McClennen ise sürgün edilen yazarların hem nostaljiye bağlı kaldıklarını, hem
de yaratıcılıklarını geliştirdiklerini kanıtlayan örnekler olduğunu ve
yazarların sürgünle beraber başlayan çelişkili duygularını keşfettikçe
çalışmalarındaki karşıt mefhumların diyalektik bir görünüme büründüğünü
belirtmektedir (McClennen, 2004, s.25). Bu anlamda sürgünlük geçmişi ve şimdiyi
yeniden değerlendirme, ezberlenmiş ya da öğretilmiş anlamları ters yüz etme ve
insanlara yön vermek için yerleştirilen yön tabelalarını sorgulamaya gitme
eğilimi yaratır. Edebiyat sürgünlüğün yarattığı yaranın merhemi olarak yazara
el uzatır.
Sürgünlük Deneyimi Aktarımı
Refik Halid’in ilki 1913’te Sinop’a gönderilmesiyle başlayıp 1918’de
Bilecik’te biten, ikincisi ise 1922’de Lübnan’a kaçmasıyla başlayan ve 1938’de
sonlanan iki sürgünlük deneyimi vardır. Akşam,
Kalem, Şehrâh, Peyam Sabah, Aydede gibi gazetelerde yazdığı yazılar
sürgün edilmesinde belirleyici unsur olmuştur. Refik Halid’in ilk sürgünlüğü fiilen
politika yapmamış olup, Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na üye olmasa da “Kirpi” takma
adıyla Akşam ve Kalem gazetelerinde hükümeti ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni eleştiren
ve alaya alan yazıları nedeniyle meşrutiyetin ilanı sonrasında ortaya çıkan iki
siyasi cereyandan muhalefet tarafını tutması sonucu gerçekleşir. 1913 yılında
Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın vurulması ile İttihat ve Terakki Cemiyeti
hükümet darbesiyle iktidara gelmiş ve bunun ardından Cemal Paşa bir liste
hazırlayarak tevkiflere başlamıştır. Refik Halid Karay da bu listede yer alır
ve 1913 yılında yakalanarak 800 kişi ile birlikte Sinop’a sürgün edilir.
İkinci sürgünlüğü ise Birinci Dünya Savaşı’nın ardından TBMM’de yapılan
görüşmeler sonucu monarşi yanlısı olan ve düşmanla işbirliği yapmakla suçlanan
siyasetçiler, kabine üyeleri ve yazarların sürgün edilmesine karar verilmesi
sonucu olur (Mazıcı, 2000, s. 85). 1923’te Lozan’da imzalanan barış
antlaşmasında 150 kişi istisna olmak üzere genel bir af çıkarılması kabul
edilmiş, “hain” olarak nitelenip sürgün edilenler ise daha sonra yüz ellilikler
olarak anılmıştır (Karaer, 1998, s.90). TBMM’de yüz elliliklerin saptanmasına
yönelik görüşmelerin ardından hain olarak nitelenen kişiler çeşitli başlıklar
altında sınıflandırılmış, Refik Halid’in ismi de bu başlıklardan “Ülkenin en
buhranlı döneminde düşmanla işbirliği yaparak ülkenin utkusunu, başarısını
engellemeye çalışan bir takım deni (alçak kişilikli) matbuat adamları” başlığı
altında “Aydede” Gazetesi Sahibi ve Posta Telgraf eski Müdür-ü Umumisi” olarak yer
almıştır (Mazıcı, 2000, s. 86). Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey’in isteği üzerine
Kuvay’i Milliyecilerin telgraflarının çekilmesini engellediği iddiası ve
Atatürk’ü ve Anadolu’dan seçilen milletvekillerini eleştirmesi nedeniyle sürgün
listesine eklenmiştir. Ancak bu listede yer alanların çoğu Kasım 1922’de
İngiliz General Harrington’ın yardımıyla ülkeden kaçmayı başarmıştır ve Refik
Halid de Dahiliye Nazırı ve Peyam Sabah
gazetesi yazarlarından Ali Kemal Bey’in kaçırılıp öldürülmesinin ardından Fransız
emniyet müdürünün yardımıyla ülkeyi terk etmiştir (Ebcioğlu, 1943, s. 57).
Monarşi yanlısı muhalifler ülkeyi terk etmiş olsalar da ülke içinde onların
akıbetlerine yönelik öneriler son bulmamıştır. İleri gazetesi yazarlarından Celal Nuri 150’liklere yönelik beş
maddelik resmi olmayan önerisinde bu kişilerle görüşmek ve birlikte durmanın;
bu kişilerle kazançlı olsa dahi alış veriş yapmanın; genç kızların bu kişilerle
evlenmesinin; bu kişilere ev kiralamanın ve yardım etmenin yasak olduğunu
yazmış ve Türk ulusunun Türk hainlerine nefes alma fırsatı vermeyeceğini
eklemiştir (Mazıcı, 2000, s. 89). Bununla da yetinilmeyip, TBMM’de 150’liklerin
yurttaşlıktan çıkarılmasına ve mülk edinmelerini engellemeye dair tasarılar
kabul edilmiştir (Karaer, 1998, s.91). Gazetelerde bu tasarıya yönelik bir
eleştiriye rastlamadığını belirten Nurşen Mazıcı bunun sebebini ise süresi iki
yıllığına yeniden uzatılmış olan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun basın özgürlüğünü
iyice kısıtlamış olması nedeniyle gazetecilerin karşı çıkmaya cesaret edememiş
olması ve halkın sindirilmiş olması olarak yorumlar ve öbür taraftan bu
değişiklikten memnuniyet duyan bir kesimin de olabileceğini ekler (Mazıcı,
2000, s.92).
Refik Halid’in sürgünlük deneyimleri ise farklı yerinden edilmeleri
örneklemeleriyle tek bir birey üzerinden kavramın kapsadığı farklı açılımların
görülmesini sağlayacak cinstendir. Karay 1913’te yaşadığı yerden ayrılıp başka
bir yerde yaşamaya zorlanmasıyla sürgünlüğün klasik tanımını örnekler. Bu süre
sürgün edildiği yerde kalma zorunluluğunun kaldırılmasıyla (fakat İstanbul’a
dönmesi hala yasaktır) kendi ülkesinde bir göçmen statüsüne geçer. İkinci
sürgünlük deneyiminde ise resmi olarak sürgün edilme kararı çıkmadan kaçmış
olmasıyla Karay’ın öncelikle mülteci sıfatı edindiği ancak bunun ardından
resmen 150’likler listesine alınmasıyla tekrar sürgün durumuna düştüğü görülür.
Henüz sürgün edilmenin kapsamının bu denli değişmediği bir dönemde dahi aslında
şimdi tartışılan durumların yaşandığı görülür.
Karay birinci ve ikinci sürgünlükleri sırasında birçok eser yazmışsa da
bunlar arasından sürgünlüğün açık bir biçimde anlatının merkezinde olduğu eseri
Sürgün’dür. Yazılış tarihi net olarak
belli olmamakla beraber romanın sürgünlük yıllarında yazılmaya başlandığını
bilmekteyiz. Bir kısmı Halep’te 1928 yılında çıkmaya başlayan Vahdet isimli gazetede, bir kısmı “Bir
Düşkün” başlığı altında, bir kısmı da “Sürgün Romanından İktibaslar” başlığı
ile İskenderun’da basılan Doğruyol
gazetesinde yayımlanmıştır (Ebcioğlu, 1943, s. 88).
Sürgün, emekli yüz başı Hilmi Efendi’nin bilmediği bir yere gelmesi ve Beyrut
kentine ulaşmasıyla başlar. Neden sürgüne gönderildiği anlatıcı tarafından net
olarak belirtilmeyen Hilmi Efendi, karısını ve kızını İstanbul’da bırakarak
Beyrut’a gitmek zorunda kalmıştır. Kimseyi tanımadığı, cebindeki az parasıyla
gidebileceği bir adresin olmadığı ve dilini bilmediği bir yerde yaşamak zorunda
kalmak Hilmi Efendi için ölümden beter bir durumdur. Nitekim roman, Hilmi
Efendi’nin sürgünde yaşamaktansa ölmeyi yeğlediği vurgulanarak başlamıştır:
“Ege Denizi’nde mevsim fırtınalarını yerken Hilmi Efendi, bir aralık ümide
kapıldı. ‘Galiba batacağız’, diyordu, ‘kurtulacağım’ ” (Karay, 2009, s. 7).
Sürgünlük psikolojisini çarpıcı bir biçimde anlatarak başlayan roman, Hilmi
Efendi’nin düşmekten korktuğu hallere birer birer düştüğünü göstererek ilerler
ve başlangıçta dile getirilen isteği işaret edercesine Hilmi Efendi’nin hazin
sonu ile biter. Bu süreçte Hilmi Efendi bir sürgünün tecrübe edeceği tüm
olumsuzlukları yaşar ve korktuğu gibi bir sürgün olarak hayatı sonlanır.
Sürgünlüğün ilk zamanlarında Hilmi Efendi çaresiz bir durumda günü
kurtarmaktadır. İstanbul’dan tanıdığı bir başka sürgün olan Çopur Apti ile
tesadüfen karşılaşması onun için umut perdesini aralar. Çopur Apti aracılığıyla,
kaldığı otelden çıkarak diğer sürgünlerin yanına, daha ucuz bir yere gider ve
çalışmaya başlar. Her şeyin yoluna girmeye başladığını düşünmeye başladığı
zamanlarda beraber yaşadığı diğer insanlarla fikir ayrılıkları yüzünden
tartışır ve kaldığı yerden ayrılmak zorunda kalır. Ümitsizliğe kapılmışken
Ermeni bir inşaat ustası olan Boğos Ağa’dan yardım görür ve inşaatta bekçilik
yapmaya başlar. Tifoya yakalanmasının ardından işini bırakmak zorunda kaldıysa
da bunun ardından Şehzade Keramettin ile tanışması hayatının seyrini değiştirir.
Şehzadenin evine taşınır, rahat ve bolluk içinde, saygı duyulan biri olarak
yaşamaya başlar. Evin genç kalfalarından Suzidil’e ise şehvet mi şefkat mi
olduğunu anlayamadığı duygular besler. Şehzadenin parasını tüketip Mısır’a kaçması
üzerine Hilmi Efendi Şam’a yerleşmeye karar verir. İnsanlara olan güvenini
iyice yitirmeye başlayan Hilmi Efendi, Şam’da Türkiye’den Halep’teki çiftliğinin
satış işlemlerini yapmak üzere gelen İrfan Bey’le tanışır. İrfan Bey, Hilmi
Efendi için yeni bir umut kapısıdır. İrfan Bey işlemleri halletmek üzere Halep’e
gittiğinde artist olarak Halep’e gelen Hilmi Efendi’nin kızı Seher ile tanışır
ve ona âşık olur. Ancak Seher çekmiş olduğu acıların intikamını başkalarından
alırcasına duygusuz davranmaktadır ve sürekli değişen duygu, düşüncelere
sahiptir. Seher’le tanışmasının ardından kötü alışkanlıklar edindiğini,
parasını da bu eğlencelerle bitireceğini anlayan İrfan, Seher’i bırakarak
Türkiye’ye döner. İrfan’dan haber bekleyen Hilmi Efendi de bir heyetle Şam’a
gider ve misafir olarak götürüldükleri pavyonda kızını sahnede görür. Kalbi bu
acıya dayanamayan Hilmi Efendi kalp krizi geçirerek ölür. Melodramatik unsurlar
içeren olay örgüsünün omurgasını oluşturan unsur sürgünlüktür. Romandaki
karakterlerin birçoğu farklı ama görünmez iplerle birbirine bağlı sebepler
neticesinde sürgün edilmişlerdir ve bu, okurun apayrı sürgünlük deneyimlerine
tanıklık etmesini sağlar. Sürgünün zaman, mekân ve dil ile girdiği mücadele ise
alışılmış olandan uzakta olmanın getirdiklerinin altını çizer ve kimi zaman da
anlatılamayanı, ifade edilemeyeni dile getirir.
1. Sürgünün
Zaman Algısı
Sürgün edilen yazarların eserlerinde öne çıkardıkları ya da hayatlarına
yön veren unsurlardan biri ülkelerinde ilerleyen ve zaman algılarını oluşturmuş
olan kronotoptan koparılmaları olur. Sophia McClennen bu konuya Paul Tabori’nin
Józef Wittlin’den yaptığı alıntıda şu şekilde değinir (2004):
Sürgünün
zamanı ile ilgili yapılmış olan çalışmalar çelişen gözlemler ortaya
çıkarmıştır. Örneğin, Paul Tabori, eserinde Jozef Wittlin’in şu cümlelerine yer
vermiştir: “İspanyolcada sürgünü anlatan ve yurdundan uzaklaştırılmış,
topraksız anlamına gelen destierro
kelimesi bulunmaktadır.” Ben ise ait olduğu zamandan koparılan insan anlamına
gelen destiempo kelimesini yaratma
cesareti gösteriyorum. Yani ülkesinde ilerlemekte olan zamandan mahrum edilen
kişi. Çünkü sürgünün zamanı farklıdır. Başka bir deyişle, sürgün aynı anda iki
farklı zamanda yaşar; geçmişte ve şimdide. (s. 74)
Sürgün, ülkesinin topraklarından
sürüldüğü gibi ülkesinin şimdiki zamanından da sürülmektedir. Bu durumun
sürgünü yaşadığı yerin şimdiki zamanına ayak uyduramamak ve nostaljik melankoliye
bağlı kalmasına neden olmak gibi zamansız bir durum içerisine soktuğu
düşünülebilir. Zira sürgün, benliğini oluşturan tüm yaşantılardan,
gelişmelerden koparılmış ve hiçbir bağı bulunmayan bir yere ve zamana
gönderilmiştir. Ülkesinden ayrıldığı andaki zamanın hayatına aksedişiyle geçmiş
zamanda kalırken, sürgün edildiği yerde ilerleyen fakat kültürel farklılığın
yarattığı yabancılıkla ait hissedemediği şimdiki zaman arasında kalmıştır.
Zamanı geçmişe referansla sürdürmeye başlamadan önce Hilmi Efendi hiç
tanımadığı, dilini bile anlamadığı, ortak bir geçmişi paylaşmadığı bir çevrede
yaşama kaygısını şu şekilde ifade eder (2009):
Nereye
inecekti? Hangi dilden konuşacaktı? Neyle, nasıl yaşayacaktı? Keşke bu vapur,
yıllarca dalgalar üstünde, sonu karaya varmaz bir yolculukla çalkansa, bütün
deryaları aşsa, dünyanın her iskelesine uğrasa, hiçbir şehre indirmeden,
yabancı yüzü göstermeden, geçim derdi çektirmeden uskur ninnisi içinde, ölümüne
kadar gök ile deniz arasında dönse, dolaşsaydı! Ayağını toprağa basmaktan
ürküyordu; ilk adımda otel, han, kahve köşeleri bulmak ihtiyacı baş gösterecek,
kalan beş on kuruşunu da oralarda tüketecekti (s.8).
Yeni ve zor bir hayata başlamanın kaygısı bu hayatla yüzleşmekten
kaçınma hissini tetikler ve ilk adımı atmaktansa arafta oluş gibi biteviye bir
tekrarın yeğlenmesine neden olur. Kaçınılmaz olan ile yüzleşmenin ardından ise
zaman mefhumu ile ilgili karmaşa baş gösterir ve terk edilen mekânda ilerleyen
zaman geçmiş referanslarla anımsanır. Geçmişin zaman algısını domine edişi Beyrut’ta
geçirdiği ilk günde Hilmi Efendi’nin İstanbul’da yaşadığı semte, gittiği berbere
ve ailesiyle geçirdiği zamana odaklanmasıyla görülür.
Şubat
içinde Beyrut’ta yaz çoktan başlamış gibiydi. Yaklaşan sandalların tenteleri
Hilmi Efendi’ye, Hıdırellezde, Kâğıthane’ye giderken güneşliklerini takan
İstanbul kayıklarını hatırlattı. Hava zaten bir bahar sevinci ile coşkundu;
insana taze çayır kokusu aratıyor, fulya ve zerrin demetlerini özletiyordu.
Geçen sene, böyle bir günde karısı ve kızı ile Unkapanı’ndan neşeli neşeli
Sütlüce’ye geçtiklerini, kayıkta peynirli pide yediklerini düşünerek bir yıl
sonraki şu ayrılığa akıl erdiremedi; İstanbul’dan başka bir yerde olduğuna
inanamıyor gibi etrafına dikkatle baktı (Karay, 2009, s.9).
Sürgünlüğün başlarında geçmiş anımsanarak varoluş anlamlandırılmaya,
belki de temellendirilmeye çalışılır. Hilmi Efendi’nin içindeyken
inceliklerinin farkına varmadığı mekânları, beraberken kanıksadığı insanları
hatırlaması kaybedilenin değerinin farkına varılması olarak da görülebilir. Bu
anılar Hilmi Efendi’ye biricikliğini de hatırlatan unsurlardır. Zira
sürgünlüğün yaratmış olduğu sistem kişileri tektipleştirmektedir. Yalnızca
etrafındaki manzaraları, insanları değil, kendini de kendine yabancı bulan,
hatta çehresinin bile değiştiğine inanan Hilmi Efendi, aynaya bakınca
karşısında bilmediği birini görecekmiş gibi başka bir yüz taşıdığına inanmıştır
ve düşünürken bir yabancıya sır veriyormuş gibi hissetmiştir (Karay, 2009,
s.14). Bu durum Hilmi Efendi’nin sıkıştığı düzenin onun biricikliğini
yitirmesine yol açtığı gibi kendine de yabancılaştırdığını gösterir. Özellikle
sürgünlüğün ilk zamanlarında nostaljiye olan bağlılığa kendi benliğine
yabancılaşmanın acı bir sonucu olarak bakılabilir. Çünkü artık hiçbir zaman o
yerlerde ve o zamanlardaki benliğine sahip olamayacak, artık Hilmi Efendi olarak
değil, bir sürgün olarak yaşadığı toplumda yer almaya çalışacaktır.
Edward Said, sürgünlerin köklerinden, topraklarından ve geçmişlerinden
koparıldıklarını, artık ordularının, şehirlerinin olmadığını, ancak çoğunlukla
bunların arayışı içinde olduklarını belirtmiş ve bu nedenle sürgünün, kopuk
yaşamını yeniden kurma ihtiyacı içinde olduğunu, bunu da var olan güçlü bir
ideolojiye bağlanarak ya da kendisini orada yaşayan insanların bir parçası
görerek yapmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Ancak, sürgünün parçalanmış
hikâyesinin, geçmişinin bu çabayla yeni bir hayal kırıklığına yol açacağını da
eklemiştir. Hilmi Efendi de parçalanmış, yalnız kalmış benliğini daha önce
sürülen “menfi”lere yanaşarak tamir etmeye çalışmaktadır. Çopur Apti, Şair
Kenan, Nuri Hoca ve Daim Bey gibi farklı kişilikte ve inanışta olan insanlar
Hilmi Efendi’nin ait olmaya çalıştığı grubun üyeleridir. Bu grup Hilmi
Efendi’ye hem memleketini hatırlatır, kendi dilini konuşmasını sağlar hem de
yalnızlık hissini yenmesine fırsat verir. Lakin parçalanmış olan benliği tamir
etme çabası yeni bir hayal kırıklığı ile sonuçlanır ve fikir ayrılıkları
nedeniyle Hilmi Efendi tekrar “dışarıda kalan” olur ve kendisi gibi sürgün olan
arkadaşları tarafından da dışlanır.
Aynı etnik kökeni paylaştığı insanların yüzüstü bırakmasının ardından
“öteki” olarak görmüş olduğu ve öyle görmeye devam ettiği Ermeni halkıyla
yakınlık kurar ve onların yardımını görür. Ancak Ermenilerle beraber olmak Hilmi
Efendi için keder verici bir akıbettir çünkü bir Türk olarak Hilmi Efendi
Anadolu’dayken şımarık bir vaziyet içerisinde olduğunu düşündüğü Ermenilerden
farklı hissetmektedir (Karay, 2009, s.63). Bizzat “öteki” konumuna itilmiş olan
Hilmi Efendi’nin ötekileştirilmiş ve dışlanmış olan başka bir grupla kurduğu
yakınlığın kendi geçmişiyle hesaplaşma yaratmasa da kendi hiçliğine dair bir
aydınlanma yaratmış olduğu düşünülebilir. Tifo geçirmesinin ardından Boğos
Ağa’nın yanında çalışamayacak duruma gelmesi Hilmi Efendi’yi başka çözüm
yolları bulmaya yöneltir. Bu noktada Şehzade Keramettin ile kurduğu ahbaplık hem
geçim kaynağı bulmak hem de geçmişle bağ kurmak olarak yorumlanabilir.
Şehzadenin himayesinde tekrar saygı görmekte ve bir işe yaradığını hissetmektedir.
Bu da tıpkı Çopur Apti ve arkadaşlarında olduğu gibi Hilmi Efendi’nin benliğini
oluşturma ya da koruma çabasıdır ve yine hüsranla sonuçlanacaktır. Zira şehzade
Lübnan’dan ayrılmak zorunda kaldığında Hilmi Efendi’yi yok saymış ve kendi
haline bırakmıştır. Hilmi Efendi tekrar bir sürgün tarafından dışlanmıştır.
Hilmi Efendi’nin geldiği yeri hatırlatan insanlarla iletişim kurmaya
çalışması, yerel halktan uzak duruşu, yaşadığı yerin zamanından çok geçmişi ile
yaşamaya çalışması, düşlediği şeyin geçmişine dönmek, yaşamış olduğu yerde
bulunmak arzusunu işaret ettiği görülmektedir. Karısından gelen mektuplar, Kâni
adında tanımadığı birinden para gönderilmesi Hilmi Efendi’nin geçmişi ile
kurmaya çalıştığı bağı canlı tutmaktadır.
Ancak Beyrut’ta kaldığı iki sene süresince hâlâ bulunduğu yere alışamasa
da artık koptuğu topraklara da ait hissedemediği “sade mesafe itibariyle değil,
asıl ruh, huy, duygu cihetinden şimdi yurduna tamamen uzak ve aykırı bir yerde”
(Karay, 2009, s.103) sözleriyle belirtilir. Böylece anlatının akışı içerisinde
Hilmi Efendi’nin zaman algısının giderek karmaşıklaştığı, zaman algısındaki
değişikliğin kişinin mekânlar hakkındaki görüşlerini de etkilediği anlaşılır.
M. M. Bakhtin’in “Forms of Time and Chronotope in the Novel” başlıklı yazısında yazarın ayrıldığı mekânın
romandaki etkisine dair görüşleri sürgünlerin zaman algısının anlaşılmasına da
yardımcı olacaktır. Buna göre (1982):
Seyahat
romanlarında bakış açısını, karşılaştırma derecesini, yabancı ülke ve
kültürlerin nasıl algılandığını belirleyen yaklaşımlar için düzenleyici olarak
işlev gören dikkat çekici ilk ve en önemli unsur yazarın anavatanıdır
(Anavatanın olumlu bir yönden ele alınması gerekli değildir, fakat bir arka
plan ve karşılaştırma imkânı sağlamalıdır). Seyahat romanlarında anavatanı
kendi bünyesinde incelemek, yani “evde” bulunanları içeriden görmek ve
algılamak, yabancı dünyanın zihinde şekil bulmasını tamamıyla değiştirir.
Dahası, böyle romanlarda bulunan kahraman kendisinin sosyopolitik, felsefi ve
ütopik ilgileri tarafından harekete geçirilen eski zamanların toplumsal ve
politik bir adamıdır (s.103-04).
Hilmi Efendi’nin sürgündeyken bulunduğu mekânlardaki kimi unsurlar,
Bakhtin’in de belirttiği gibi, ayrıldığı mekânı hatırlatmaktadır ancak
anımsanan bu ayrıntılar sürgüne gönderilen mekânın algılanışı üzerinde
belirleyici olur. Hilmi Efendi’nin ayrıldığı mekâna bakış açısı, yaptığı
kıyaslamalar, bulunduğu yerin yaşamını ve insanını anlamak için yaptığı
değerlendirmeler, geçmiş ile kurduğu bağlantının romanda zaman kavramının ele
alınışı üzerindeki etkisini göstermektedir. Geçmişin ipoteği altında ilerleyen
zamanda, olaylar tesadüfler neticesinde aniden gerçekleşmekte ve yine aynı şekilde
şansa bağlı olarak sona ermektedir. Hilmi Efendi’nin olayların gidişatı
üzerinde belirleyici bir rolü olduğu söylenemez. Tesadüflerin oyunu ile karakterin
iradesi dışında sürüklendiği bu sergüzeşte Hilmi Efendi’nin kızı ile
karşılaşmaları örnek olarak gösterilebilir. Sonuç olarak Hilmi Efendi,
ülkesinden, şehrinden, ait olduğu sosyal yapıdan ve ailesinden uzakta, bir
bütüne ait olamamış, zamanın içinde savrulan ve yalnız bir yabancı olarak
yaşamak zorunda kalmıştır. Yüzeyde, var olduğu toplumun bir parçası gibi
hareket etmeye çalışan bir karakterin iniş ve çıkışlarla dolu yaşantısı,
romanda birbirinden bağımsız ve her defasında farklı bir Hilmi Efendi’nin
karşımıza çıktığı kesitlerle aktarılarak aslında sürgünün hayatını derinden
etkileyen zaman problemi gösterilmektedir.
2. Sürgünün
Mekân Algısı
Sürgünlük edebiyatında mekân algısı,
evinden, anayurdundan kovulmuş olan sürgünün kendine yeni bir ev, yuva yaratma
isteği üzerinden şekillenir. Yaşanılan yer ve kültür arasındaki bağ, sürgüne
gönderilmekle koparılmaktadır ve sürgün, sürülmüş olmanın acısını dindirebilecek,
kendi kültürüyle benzerlikler bulabileceği bir yer arayışına girmektedir. Belli
bir yerde sabit kalmama durumu sürgünlük edebiyatında bu arayışın bir yansıması
olarak ortaya çıkmar. Bu arayış, yaşanmış olan yer ile sürgündeyken yaşanan
yerin kıyaslamaları aracılığıyla sürdürülür. Sürgün romanında bu arayışı, Beyrut’un, Halep’in ve Şam’ın İstanbul
ile kıyaslanması olarak görmekteyiz. Yazar olayların geçtiği mekânlar hakkında
yaptığı tasvirlerde benzerlikler ve farklılıkları ortaya koymaya çalışmaktadır.
Bütün kültürler bir mekân ve zamanda konumlandırılmışlardır. Sürgün
kültürünün ise diğer kültürlerin kesişiminde yer alması sürgünün her zaman
eşikte (liminal) kalmasına neden
olarak kimliğini şekillendirmesine ya da ait hissetmesine engel olur. Gittiği
her yeri yurdu ile karşılaştıran sürgün için her şehir farklı organize edilmiş,
farklı hayat temposu geliştirmiştir. Böylece sürgün her şehirde bir yabancı
olarak kalmıştır. Bunda sürgünün koparıldığı yere olan özlemi nedeniyle kendini
adapte etmekte problem yaşamasının da etkisi bulunmakla beraber, kültür ve dil
farkı nedeniyle insanlar tarafından yabancılaştırılmak ve dışlanmak da
etkilidir. Örneğin Hilmi Efendi’nin Şam’a gittiği zamanın anlatıldığı kısım
Şam’ın bir büyük Anadolu şehrine benzetilişi ve var olan benzerlikleri öne
çıkarır. Şam, koparıldığı yere benzer bir yer bulma arayışı içerisinde olan
Hilmi Efendi’ye iki yılını geçirmiş olduğu Beyrut’tan daha yakın gelmiştir.
Ancak taş binaları, muntazam caddeleri, şehri saran Hıristiyanlık ve melezlik
havasına ısınamaması nedeniyle yeni bir yer arayışı içerisinde olan sürgünün
yurt edinme ümitleri Şam’da da çok uzun sürmez. Zira Şam her ne kadar
memleketine kültürel anlamda yakın gelse de, sürgünün kendini ait hissetmesi
için asıl gerekli olan huy ve duygu atmosferi bakımından ona çok uzak
gelmektedir. Şam, Hilmi Efendi’ye göre “azılı bir Arapçılık şımarıklığının” (Karay,
2009, s.103) hüküm sürdüğü bir yerdir. Hilmi Efendi’nin bu etnik grubun
baskınlığından rahatsızlık duyması, hiyerarşik bir ilişki kurmaya alışık olduğu
bir etnik kimliğe artık aynı şekilde davranamayışından kaynaklanır. Kültürel
olarak dışladığı topluluğun içinde geçmiş hiyerarşileri özlemle anımsamak Hilmi
Efendi’nin eşikte oluşunun da altını çizer.
Mekânların kültürel farklılıkları
öne çıkardığı en belirgin yerler ise şehirlerdir. Şehir, işleyiş itibarı ile
totaliter bir yapıdadır; her şey bir düzene oturtulmaya çalışılır ve kontrol
edilir; halk için bir sirkülasyon mevcuttur. Bu anlamda şehir sürgün için her
zaman kovulduğu sistemin hatırlatıcısıdır; sürgün, yaşadığı yere uyum sağlayana
kadar şehrin ücra yerlerinde kalmak zorundadır. Bahar Lemee de Feridun Andaç’ın
Sürgün Edebiyatı, Edebiyat Sürgünleri
eserinde yayımlanan “Nedim Gürsel’in Serüvenli Yolculukları” başlıklı yazısında
sürgünlerin sık sık mekân değiştirme ve yolculuk yapma nedenlerini açıklarken
benzer bir durumdan bahseder (1996):
Sürgün
edilen kişide, terk ettiği ülke ile kabul edildiği ülke arasında yaptığı ilk
yolculuk, içler acısı kötü bir anı olarak yer eder. İşte bu köklerden koparılma
ve kimliğini yitirme duygusu onu, sürgün edildiği topraklara ayak basar basmaz
yolculuğuna devam etmeye yönlendirecektir, çünkü sürgün olgusu ve sürgün acısı,
çoğu kez yolculuk sırasında dramatik karakterini yitirir. İnsanın, kendi
yazgısını paylaşan başkalarının da var olduğunu görmesini ve bu zor deneyimde
yalnız olmadığını anlamasını sağlar (s.331).
Lemee’ye göre sürgün edilen kişinin
ait olduğunu hissettiği mekândan koparılışı sonradan bulunacağı mekânlarla
aidiyet kurmasını güçleştirir ve mekânsal hareketlilik içine girmesine neden
olur. Bu, aynı zamanda yalnızlık ve yabancılaşma duygusunu gidermeye yönelik
bir çabanın dışa vuruluşudur. Benzer bir durum Hilmi Efendi’de de gözlenir. Hilmi
Efendi’nin Beyrut’un ardından sürekli yer değiştirip farklı şehirlerde şansını
denemesi, bu şehirlerdeki sürgünlerle iletişime geçmesi, kendi yazgısını
paylaşan insanları tanıma arzusunu gösterir. Hilmi Efendi’nin mekânlar ve
insanlar arasındaki bu salınımı geçmişinden kopuk ve gelecek vaat etmeyen bir
alanda kalmasına yol açarak onu tekinsiz ve belirsiz bir duruma iter.
Sürgün edilmenin ardından ortaya çıkan mekân sorunsalı “sınır”
kavramının öne çıkmasına da neden olur. McClennen da sınırların sürgün için
asıl problemlerden biri olduğunu belirterek, sürgün için sınırların, mekânın ve
hapsedilmiş hissetmenin metaforik simgeleri olduğunu öne sürer (McClennen,
2004, s.244). Bu hapsedilmişlik
hissinin sürgüne maruz kalmış kişilerin sınır kavramını sorgulamalarına, hatta
çizilen sınırlara itaat etmeme eğilimine girmelerine neden olduğu söylenebilir.
Daha çok politik sürgünlerin başvurduğu, ayrıldıkları ülkeyi etkileyecek
eylemlerde bulunmaya devam etme ve ülke içindeki olaylar üzerine düşüncelerini
ve planları oradaki insanlara ulaştırma çabaları fiziksel sınırların
sorgulandığını ve sınırların soyutlaştığını gösterir. Sürgün’de de sınırların hapsedilmiş olma hissini temsil edişi görülmektedir.
Hilmi Efendi kendi kültürüne yakın gördüğü Şam’a gittiği zaman, bu şehirde
memleketine uzak olduğuna bile inanamadığını, kuzeye doğru biraz daha giderse,
Türkiye’ye girmiş olacağını hissettiğini belirtir (Karay, 2009, s.103). Kültürel
benzerliklere yapılan vurguyla hem sınır kavramının altı oyulur hem de sınırlar
nedeniyle ülkesine girememesinin yarattığı kapana kısılmışlık duygusu hissedilir.
Refik Halid’in de benzer durumla karşılaştığını yazılarından bilmekteyiz; yazar İskenderun’a her gidişinde memleketine
çok yakın olmak ama aynı zamanda sınırlarla dışlanmak ve uzakta kalmak
çelişkisini yaşamıştır. Fakat bir yandan sınırların engellemesiyle
karşılaşırken öte yandan yazılarıyla ülkeye ulaşmaya devam etmiş, hatta yazdığı
Deli adlı oyununun Atatürk tarafından
okunmasıyla ülkedeki yeni yönetim ve yapılan değişiklikler hakkındaki
fikirlerinin değiştiğini gösterebilmiştir.
3. Sürgünlük
ve Dil Algısı
Yaşadıklarına yazı üzerinden bakmayı, yazarken olayları tekrar yaşamayı
tercih eden ve yazarak kendini tanımaya çalışan yazar için dil beslenilen bir
olgudur. Sürgüne gönderilen yazarlar beslendikleri bu kaynaktan uzaklaştırılırlar.
Sürgünlük sürecini zorlaştıran unsurlardan biri de artık yaşamak zorunda
kalınan yerde ana dilinin duyulmaması, bilinmeyen bir dilde iletişim kurmaya
çaba gösterip kendini ifade etmeye çalışmaktır. Joseph Brodsky’nin deyişiyle yazarlar
için sürgün her şeyden önce bir dil olgusudur. Anadil bilinci geliştirir çünkü.
Ve ona sığınışın ya da ondan kopuşun koşullarını oluşturur (aktaran Andaç,
1996, s. 13). Juan Goytisolo da sürgündeki yazar için dilin gerçek vatan yerini
tuttuğunu belirtmiştir (aktaran Andaç, 1996, s. 4). Bu yazar için dil, yaşamış
olduğu yeri hatırlatan bir olgu ve koparıldığı yerden bütünüyle kopmadığını
gösteren bir varlıktır. Anadili yerine başka bir dilde konuşup yazmaya başlarsa
o zaman tüm geçmişini bir tarafa koymak zorunda kalacaktır yazar. Her ne kadar
ülkesinden sürülme nedenleri yazdıkları olsa da, yazarın benliği ve ulus
nosyonu ile doğrudan bağlantılı olan yazı yazmak, sürgünde var olma çabasının
bir göstergesidir. Kişisel ve toplu geçmişinin kaybolmasını engellemek, “Ben
buradayım!” dercesine kendini süren otoriteye karşı durmak ve unutulmamak için
yazmaktadır.
Ziya Gökalp’in Türkçeyi en iyi kullanan yazar olarak tanıttığı Refik
Halid Karay, ilk sürgünlüğünde dilinden koparılma problemi ile
karşılaşmamıştır, ancak ikinci sürgünlüğü dilinden uzaklaşması ile
sonuçlanmıştır ve yazar gittiği yerlerde de yalnızca kendi diliyle var olmaya
çalışmıştır. Eskiden Osmanlı topraklarına dâhil olan ve Türkçe konuşan
toplulukların var olduğu bir bölgeye sürülmüş olması onun için bir şans olsa
da, bu yine de sınırlayıcı bir durumdur. Yazar çevresinde Türkçe konuşulmasını
arzular ve sokakta gezerken Arapça değil, Türkçe duymak ister. Benzer bir durum
romanda da Hilmi Efendi’nin kendini Arapça ifade etmekte yaşadığı güçlük
aracılığıyla anlatılmıştır (2009):
“Fi
lebeni ya Sit?” diye süzme yoğurt sordu; varmış; kabak kızartmasına döktü.
Sarımsağın Arapçası nedir acaba? Nasıl anlatsa… Soğanı biliyordu: Basal, “misli
basal” dedi, yani soğana benzeyen… Fakat bu “misli” kelimesini yarı peltek
“mitli” gibi söylemek lazım geldiği için kadın bir türlü anlamıyor, müşterisini
kızdırmak istemediğinden bembeyaz dişlerini gösterip gülüyordu (s.56).
Alıntı, meselenin yalnızca dil öğrenmek olmadığı, iletişim kurabilmenin
yolunun o dilin ait olduğu kültür hakkında da bilgi ve izlenimlere sahip olmak
gerektiğini vurgular. Günlük hayatı sekteye uğratan basit problemlerin sürgün
edilen kişinin hayatındaki belirsizliği ve yabancılık hissini kuvvetlendirdiği
anlaşılır. Metinde Arapça ile ilgili kısımlar oldukça azdır, hatta Şam’a
gittiği ilk gün Arapçasını, meramını anlatabilecek kadar geliştirmiş olmasına
rağmen kahvede çırakla kendi dilinde konuşmuş ve çevrede Türkçe bilen
birilerinin olup olmadığını test etmiştir (Karay, 2009, s.104). Anadiline olan
bu bağlılık sürgünün bulunduğu yerin insanı ile arasına mesafe koyması şeklinde
neticelenmektedir. Ülkesinde entelektüel bir üretim aracı olarak işlev gören
dil bu rahatlıktan kopunca var olma çabası için kullanılır.
Sophia McClennen, Franco’nun diktatörlük rejiminden kaçmış ve sonradan
sürgün edilmiş İspanyol sürgün Juan Goytisolo’nun romanlarında kullandığı dil
üzerine yaptığı incelemede Goytisolo’nun Franco rejiminin dile uyguladığı
darbeye olan tepkisini yazdıkları aracılığıyla gösterdiğini söylemiştir.
Baskıdan kaçan Goytisolo’nun dikatatörlükler altında insanların kendilerini
rahat bir şekilde ifade edemeyeceklerini ve gösterenlerin yeni göstergeleri
işaret etmeye başlayacağını, yani “gerçeklik” ile bağlantılı
görünemeyeceklerini düşündüğünü belirtmiştir (McClennen, 2004, s.177). Sürgüne
gönderilen yazarlar, atıl duruma getirilmek, kalemlerinin etkisinin azalmasını
sağlamak amacıyla gönderilmişlerdir. Bu durum yazarın fikirlerinden,
yazdıklarından dolayı kendisinden kurtulmak isteyen, kendisini tehlikeli gören
ülkesine karşı yazısı aracılığıyla tepkisel bir tutum sergilemesine neden
olabilir.
Sürgüne gönderilmek olumsuz sonuçlar doğurmakla beraber, yazarın yeni dilinin
beslendiği çevrenin genişlemesine, farklı bakış açıları kazanmasına ve
orijinalliğini artırmakta yarar sağlayabilir. İlk etapta yerinden edilmiş yazar
için kimliğinin, benliğinin güvencesi anlamına gelen dil, sonradan sınırlarını
aşmasını mümkün kılabilir. Refik Halid Karay için her yanı hatıralarla dolu
olan İstanbul’dan sürgün edilmenin kültürel sürgünlük anlamına da geldiği
düşünülebilir. Yazarın sürgünlerinden önce yazdığı metinler incelendiğinde,
İstanbul’da hayatın nasıl olduğu, aksaklıkları ve güzel tarafları, evler,
sokaklar, camiler gibi konuların sıkça ele alındığı, bunun dışında başkent
İstanbul’da halkın yaşantısını etkileyecek politik gelişmeler hakkında yazdığı
görülür. Yani Karay, kültürünü merak eden ve gerçek anlamda yaşayan,
İstanbul’un her köşesini bilen bir yazardır. İstanbul’dan koparılıp eskiden
Osmanlı’nın hâkimiyeti altında olan, savaş sonrası kaybedilen topraklara, bir
anlamda ulusal geçmişinin parçası olan yerlere sürgüne gönderilmesi, fiziksel
sürgünlüğün yanı sıra kültürel ve dilsel sürgünlüğü de beraberinde getirmiştir.
Ancak madalyonun öteki tarafında durum başkadır. Zira Refik Halid Karay sürgün edildikten
sonra ne kendisi İstanbul’da yaşayan eski Refik Halid olarak kalabilmiş, ne de
İstanbul Refik Halid’in zihninde yer ettiği biçimde kalmayı başarabilmiştir.
Aradan geçen zaman her ikisinin de değişmesine neden olmuştur. Bu nedenle Refik
Halid artık gerçekte, şimdiki zamanda var olan İstanbul ve onun değişen kültürü
hakkında yazamayacaktır, zira artık yazarın bakış açısı da değişmiş, daha geniş
bir açıdan olayları ele almaya başlamıştır.
Sürgünlüğün tetiklediği sorgulamaları ve bakış açısındaki değişikliği
yazarın azınlıklara karşı tavrında izlemek mümkündür. Karay ilk sürgünlüğünde
de azınlıklara yer vermiştir, ancak bunlar eserlerinde dikkate değer etkisi
olan karakterler olamamışlardır. Anadolu’nun “gerçek” sayılan sahiplerinin
yaşantılarının yanında, kıyıda köşede yer almışlardır. Ancak Sürgün romanında Ermenilere geniş yer
verildiği ve bu toplumun sürgünde bulunma nedenlerine dair sorgulamalara
gidildiği görülür. Yazarın kişisel tutumuna benzer bir durum Sürgün’de Hilmi Efendi’nin azınlıklarla
kurduğu ilişki aracılığıyla ortaya çıkar. Hilmi Efendi’nin Ermenilerle yakın
ilişkiler kurduğu, aynı topraklardan gelmelerine rağmen önyargıları nedeniyle
hayatları, kültürleri hakkında fazla fikrinin olmadığı bu kişilerin Hilmi
Efendi’nin yaşamını yönlendiren insanlar olarak okurun karşısına çıktığı
görülür. Hilmi Efendi Ermenilere karşı değişen bakış açısını şu cümle ile ifade
etmektedir: “Beyrut’a geldiği zamana kadar Ermenileri sevmeyen Hilmi Efendi,
şimdi sırf Türkçe konuştukları ve memleket hasreti çektikleri için hep bu
cemaat ile düşüp kalkıyor, yiyip içiyor, gezip tozuyordu” (Karay, 2009, s.62).
Masumiyet perdesinin arkasına saklanmaya çalışılsa da, Hilmi Efendi’nin ayrımcı
hatta ırkçı denebilecek bir yaklaşımı mevcuttur fakat bir yandan bu topluluğun
topraklarından sürülmesinin zalimliğinin de anlaşılmaya başlandığı ve
eleştirildiği görülebilir. Bir zamanlar “öteki” olarak gördüğü, belki de
sürülmelerine hak verdiği insanları onları sarmalayan tanımlamalarından sıyrılmış
bir biçimde görmeye başlamıştır. Aynı ülkedeyken insanları farklılıklarına
odaklanarak değerlendirirken sürgündeyken bu kimlik sinmiş ve ortak yönlerin
hatırlattıklarına tutunmuştur. Hilmi Efendi’nin bu değişimi Levinas ve
Kristeva’nın sürgün edilmenin kişiyi kamusal düşüncenin baskın ve kısıtlayıcı
çemberinden kurtaracağı ve yaşanılan yabancılaşmanın pozitif bir sonuç vereceği
düşüncesini anıştırır.
4. Sonuç
Karay’ın Sürgün adlı eserinde
sürgünlük yalnızca yerinden edilme ile sınırlı görülmemiş ve sürgünlükle
beraber ortaya çıkan, zaman ve mekân farklılıklarının kişinin kimliği
üzerindeki etkisi ve dil sorunsalının kişilerin mekânsal aidiyetindeki rolü de
sürgünlüğün kapsamı içerisinde sorgulanmıştır. Fakat Hilmi Efendi’nin sürgün
edilmenin ardından “edilgen” bir kişiye dönüştüğü söylenebilir. Çünkü çekilmeyecek
bir acıyı çekebilmek ve bu acıyı çekebilmenin tek yolu olan anonim, kişiliksiz
varoluşa teslim olmak edilgen olmayı gerektirir (Direk, 2016). Hilmi Efendi’nin
edilgenleşmesi de her etkinliği gibi ona aittir. Fakat Hilmi Efendi olaylar
üzerindeki kontrolünü yitirir, zaman ve mekân içinde savrulan bir kişiye döner.
Sürgün sürecinde kimliğini kaybeder, İstanbul’dayken yapmayacağı türden
hareketlerde bulunur, normal yaşantısında vakit geçirmeyeceği kişilerle
arkadaşlık etmek zorunda kalır ve sürgünlükteki yalnızlık hayatı üzerinde
denetim kuramaz hale gelmesine neden olur. Tasvip etmese de şehzadenin müsrif
yaşamına ayak uydurması, dilencilik yaparcasına bir şehzadeyle Hindistan’a para
toplamak için gidişi, kendisine yakışmadığını düşündüğü halde Şam valisi ile
eğlencelere gitmesi kendini akışa bırakması sonucudur. İradesini kullanmaktansa
arzu etmediklerini yapmayı tercih etmektedir. Seher’in pavyonlarda çalışan bir
kadın olduğunu öğrenmesi sonucu hayatının sona ermesi de bu edilgenliğin nihai
sonucu olur. Zamanı ülkesinde ilerleyen zaman ve içinde bulunduğu zaman olarak
yaşamaya başlayan Hilmi Efendi’nin kontrolü elinde tutmaktan vazgeçtiği ve
kendini akışa bıraktığı, bir atalet ve tevekkülle bekleyiş içine girdiği anda hazin
bir sonla karşılaşması bir nesneye dönüştüğünü ve nesnenin onun için hükmedilen
sefil yaşantıyı sürmeye mahkûm olduğunu düşündürtür. Bu, sürgün için kurtuluş
umudunun da kaybolmasıdır.
Sürgün’de karakterin sürgünlük deneyimini zaman, mekân, dil gibi farklı
boyutlarla ele alarak derinlik kazandırmış olan Karay’ın edebi yönünün kendi
sürgünlük deneyimiyle kuvvetlendiğini iddia etmek yanlış olmayacaktır.
Sürgünden önceki hikâyelerinde daha çok “tipleme” olarak değerlendirilebilecek
karakterler yaratmışken sürgün edilmek yazarın anlatısına farklı katmanlar
kazandırmıştır. Bu katmanlar toplumsal eleştirinin sürgün edilmenin ardından,
konuşulması tabu olarak görülen azınlıklar konusuna kayışıyla görülür. Bu
mevzunun eserlerinde ele alınması günümüzün problemlerini öngören bir anlatının
ortaya çıkmasını sağlamış; mültecilik, göçmenlik, toplu kaçış ve sürülme gibi
tanımlamaları karşılayan örnekler işlenmiştir.
Sürgünlüğün savrulma, kafa
karışıklığı ya da hatta hissizlik ile başlayan, yönelimsizlik ve kaybolmuşluk
hissi ile devam eden etkileri ve sürgünlük sona erse dahi bu deneyimlerin bir
ömür boyu süren izleri Karay’ın edebi yaşantısında da benzer bir süreci takip
eder. Sürgünlük dönemi fiilen sona erse de, Refik Halid’in entelektüel
yolculuğu sürgünlüğün gölgesi altında kalmıştır. Sürgünlüklerinden önce
hükümetin yanlışlarını ve toplumsal bozulmaları açık olarak eleştirmekten geri
durmayan Karay 1938’de affedilişinin ardından Türkiye’ye geri dönmesiyle edebi
üslubunu yumuşatmış ve hükümete karşı doğrudan eleştiri yapmaktan kaçınmıştır. Kirpinin Dedikleri adlı çalışmada
derlenen, Meşrutiyet’in ilanından sonra hükümetçiler ve muhalifler arasındaki
atışmalardan oluşan ve baskı altında tutulmuş bir milletin “özgürlüğe”
kavuşmasının ardından kendi kültürüne yabancılaşmasını dert edinen ve o
dönemden akıllarda kalan nadir köşe yazılarının, Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından toplumsal yozlaşmayı ele alan İstanbul’un
Bir Yüzü adlı romanın, Memleket Hikâyeleri’ndeki
öykülerinde Anadolu halkının kadınlara karşı ikiyüzlü, baskıcı tavrını
eleştiren, halkın tembelliğini yeren öykülerin yazarının ülke toprakları
dışındaki sürgünlüğünün ardından popüler edebiyata yöneldiği görülür. Bir
kısmının sürgünlük döneminde yazıldığı öykülerden oluşan Gurbet Hikâyeleri dışında yazarın sürgünden döndükten sonra yazdığı
Dişi Örümcek, Yer Altında Dünya Var, Yüzen
Bahçe, İki Bin Yılın Sevgilisi, İki Cisimli Kadın, Nilgün, Bugünün Saraylısı
gibi romanlarda siyasi söylemden uzak durulduğu görülür. Toplumsal eleştiri
amaçlı yazılan bu romanların çoğunda kadınlar yozlaşmanın temsilcisi olarak ele
alınır. Yazarın Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme projesinin aktörleri olarak
gördüğü kadınların yaşam tarzlarındaki sözde modernleşmeden rahatsız olduğu
anlaşılsa da bu rahatsızlığı doğrudan dile getirmeyip, yozlaşmış kadın
karakterler aracılığıyla yansıttığı anlaşılır. Kadınlara karşı takındığı bu
tutum yazarın sürgünlüğünün sona ermesinin ardından ideolojik, politik
eleştirilerini, kültürel yozlaşma olarak gördüğü değişiklikleri ve ulus-devletleşme
sürecini modernleşmenin simgesi olarak yansıtılan kadınlar aracılığıyla,
kendini güvende tutarak, aba altından eleştirdiği düşünülebilir. Refik Halid’in
1945 yılında yazdığı “Edebiyatı Öldüren Rejim” yazısında totaliter rejimlere
yönelttiği eleştirileri de yazarın edebi yönündeki değişikliği anlamaya
yardımcı olur. Karay bu yazısında totaliter rejimlerin güzel sanatlardan
çoğunu, özellikle de özgürlüğe en çok ihtiyaç duyan edebiyatı öldürdüğünü
belirterek totaliter rejimlerin yalnızca kendi görüşlerinin ölçüsünde eser
istediklerini, bireylere kıymet vermeyen bu tür faşist rejimlerde edebiyatın
güdük kaldığını vurgular (Karay, 1945, s. 2-16). Totaliter rejimlerin hâkim
olduğu dönemlerde edebiyata biçilen görevin yenilikleri benimsetme ve tesis
etmek olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Karay’ın sürgünden sonra yazdığı
eserlerinde kadınlara yaklaşımının bu sistemin ahengine uymayı reddettiğini
işaret ettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Ne var ki, bu yazı yazarın
popüler edebiyata yönelmesini açıklayan bir metin olarak değerlendirildiğinde
Karay’ın sürgünden sonraki edebi üretiminde totaliter rejimin beklentisine
uygun eserler üreterek eleştirisinin oklarını kendine doğrultup çelişkili bir
durum yarattığı da söylenebilir. Bunların yanı sıra, N. Ahmet Özalp’in Refik Halid: Okları Kırılmış Kirpi
çalışmasında da göstermiş olduğu üzere, Karay’ın eserlerinin birçoğunun sansüre
uğramış olması ve yazarın muhalif yönünden eser bırakmayacak hale getirilmesi,
yazarı sürgünden sonraki eserlerini bu muameleye maruz kalmayacak bir biçimde
yazmaya yöneltmiş olabilir. Ancak kanıtlanması mümkün olmayan bu iddia tahmin yürütmenin
sınırları içerisinde kalabilir.
Bunların yanı sıra yazar, Mustafa Baydar’la yaptığı bir söyleşide
sürgünden döndükten sonra çabuk tüketime uygun eserler üretmesindeki temel
nedenin ekonomik kaygılardan kaynaklandığını, artık halkın isteklerini göz
önünde bulundurarak yazdığını ve hedefinin unutulmayacak, başarılı bir eser
yazmak olmadığını belirterek yazma biçimini gerekçelendirir (aktaran Baydar,
1959, s.7). Karay’ın gazeteci ve fıkracı yönüne dikkat çekmeyi hedefleyerek
yazarın çeşitli gazetelerde yazmış olduğu yazıları derleyen Memleket Yazıları serisinin on sekizinci
sayısına yazdığı “Önsöz”de Murat Belge de ağır adam olmaya çalışmak yerine
“kendini hafife alması” nedeniyle Refik Halid’i “atipik bir Türk yazarı” olarak
niteler ve yazarın önemsiz görülen işlerle uğraşmaktan kaçınmadığını ve buna
paralel olarak da “popüler” olarak addedilen eserler yazmış olduğunu öne sürer
(Belge, 2017, s.23). Sonuç olarak sürgün edilmenin yarattığı kaygı ve
korkuların yazarın konformist bir eğilime girmesine neden olduğu ve sürgünlük
sırasında yazılan eserlerinde sürgünlük deneyimine odaklanıldığı ancak
sürgünden sonrakilerde doğrudan bu deneyimin ele alınmadığı, toplumsal
eleştirilerin kadınların araçsallaştırılmasıyla gerçekleştirildiği görülür.
Düşünmesi sistematik bir şekilde engellenmiş olan Refik Halid sürgünden
sonra sürgünlük deneyimleriyle ya da buna yol açanlarla yüzleşme çabası içine girmeyerek
sessizlik alanına dâhil olmuştur. Ancak yüzleşme talebinin yokluğu ve bazı
konularda sessizliğe gömülme söylemsel şiddetin devam ettiğini gösterir.
Karşıtlıkları öncelikle fiziken dışlayan irade bunun ardından devam eden
yaşantıyı da kısırlaştırarak tahakkümünü sürdürür. O halde hiçbir zaman
apolitik olmamış fakat doğrudan tarafgir bir politika da gütmemiş olan,
hayatının önemli bir kısmını sürgünde geçiren ve başına türlü belalar gelen yazarın
doğrudan eleştiri yapmaktan kaçındığı entelektüel dönüşümü tekrar benzer
durumları yaşama kaygısının yarattığı bir korku hali olarak da değerlendirilebilir
elbette.
Kaynakça
Allotson, P., & McCormack, J. (2008). Introduction. P.
Allotson, & J. McCormack (Dü), Exile Cultures, Misplaced Identities
(s. 9-33). Amsterdam: Rodopi.
Bakhtin, M. M. (1982). Forms of Time and Chronotope in the
Novel. M. M.Bakhtin, The Dialogic Imagination: Four Essays. Austin:
University of Texas.
Baydar, M. (1959). Refik Halid Karay Anlatıyor. Varlık,
6-7.
Belge, M. (2017). Refik Halid: Atipik Bir Türk Yazarı. Atatürk'e
Eğilen Bir Sürgün: Refik Halid Karay (s. 23-27). İstanbul: İnkılâp.
Burr, S. A. (2014). Finite Transcendence: Existential
Exile and the Myth of Home. Maryland: Lexington Books.
Diker,
Zeynep. (2016, 04.04). Felâket Anlatısı. Post
Dergi. http://postdergi.com/felaket-
anlatisi/.
Doukhan, A. (2012). Emmanuel Levinas: A Philosophy of
Exile. London: Bloomsbury.
Ebcioğlu, Hikmet Münir (1943). Kendi Yazıları ile Refik Halid. İstanbul: Semih Lûtfi.
Hanne, M. (2004). Intdoruction. M. Hanne (Dü.), Creativity
in Exile (s. 1-13). Amsterdam: Rodopi.
Hardt, M., & Negri , A. (2003). İmparatorluk.
İstanbul: Ayrıntı.
Kaminsky, A. (1999). After Exile: Writing the Latin
America Diaspora. Minneapolis: University of Minnesota .
Karay, R. H. (2009). Sürgün. İstanbul: İnkılâp.
Karay, R.H. (1945). Edebiyatı Öldüren Rejim. Harman.
7 / 25 Temmuz, s. 2-16.
Karaer, Nihat (1998). Tam Bir Muhalif: Refik Halit Karay. İstanbul: Temel.
Mazıcı, N. (2000). Af Yasalarında
150'likler. Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, 1(55), s. 79-
138.
McClennen, S. A. (2004). The Dialectics of Exile: Nation,
Time, Language and Space in Hispanic Literatures. West Lafayette: Purdue
University.
Melton, J. M. (1998). The Face of Exile: Autobiographical
Journeys. Iowa City: University of Iowa Press.
Oxford
Learner’s Dictionary. (2017, Aralık 20).
Özalp, N. Ahmet (2011). Refik Halid: Okları Kırılmış Kirpi. İstanbul: Kapı.
Rose, P. I. (2005). The Dispossessed: An Anatomy of
Exile. Maryland: University of Massachusetts.
Said, E. (2000). Reflections on Exile. Reflections on
Exile and Other Essays (s. 173-187). Cambridge: Harvard University .
Said, E. (2016). Kış Ruhu. (T. Birkan, Çev.)
İstanbul: Metis.
Said, E. (2017). Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı.
İstanbul: Ayrıntı.
Smith, A. (1996). Julia Kristeva: Readings of Exile and
Estrangement. London: Macmillan.
Sznajder, M., & Roniger, L. (2009). The Politics of
Exile in Latin America. Cambridge: Cambridge.
Tabori, P. (1972). The Anatomy of Exile: A Semantic and
Historical Study. London: Harrap.
Zeng, H. (2010). The Semiotics of Exile in Literature.
New York: Palgrave Macmillan.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)